Bu karanlık çağda, dünyanın bir köşesinde karanlık biraz daha fazlaydı. O çağın medeniyet seviyesine göre Arabistan en alt sırada yer alıyordu. Çevresindeki ülkelerde meselâ, İran, Bizans imparatorluğu ve Mısır'da bilim, teknoloji, uygarlık ve kültür hiç olmazsa belli bir düzeyde idi.
Ancak büyük sahra ve çöller yüzünden Arabistan bu medeni ülkelerden hayli kopuktu. Arap tacirleri develeriyle aylarca yolculuk ederek bu ülkelere gidip mal satar veya oralardan mal satın alırdı. Bu ticaret kafilelerinin tek amacı alış-veriş
olduğu için, Arap tüccarları ülkelerine dönünce ilim ve kültür türünden çok az şeyi yanlarında getirirlerdi. Arabistan'da ne bir okul vardı ne de kütüphane, İnsanlar ne okuma yazma ile ilgileniyorlar ve ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bütün ülkede okuma yazma bilenlerin sayısı
parmakla sayılacak kadar azdı. Bu okumuş kişiler de öylesine âlim ve bilgin sayılmazdı. O devrin ilim ve kültüründen hemen hemen yoksundular. Şüphesiz, güçlü bir dile sahiptiler. Bu dilde her türlü derin konular ifade edilebilirdi. Araplar
edebiyat ve özellikle şiire de çok meraklıydılar. Ne var ki bize gelen edebiyat örneklerinden haklarında, sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktu. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, ilgilerinin de sınırlı olduğunu sezebiliriz. Bu edebiyat örnekleri, medeniyet ve kültürlerinin çok düşük seviyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek olmadığını örf ve adetlerinin ne kadar ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının ne kadar bozulduğunu, kısacası, ne kadar cehalet içinde olduklarını açıkça ortaya koyuyor.
olduğu için, Arap tüccarları ülkelerine dönünce ilim ve kültür türünden çok az şeyi yanlarında getirirlerdi. Arabistan'da ne bir okul vardı ne de kütüphane, İnsanlar ne okuma yazma ile ilgileniyorlar ve ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bütün ülkede okuma yazma bilenlerin sayısı
parmakla sayılacak kadar azdı. Bu okumuş kişiler de öylesine âlim ve bilgin sayılmazdı. O devrin ilim ve kültüründen hemen hemen yoksundular. Şüphesiz, güçlü bir dile sahiptiler. Bu dilde her türlü derin konular ifade edilebilirdi. Araplar
edebiyat ve özellikle şiire de çok meraklıydılar. Ne var ki bize gelen edebiyat örneklerinden haklarında, sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktu. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, ilgilerinin de sınırlı olduğunu sezebiliriz. Bu edebiyat örnekleri, medeniyet ve kültürlerinin çok düşük seviyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek olmadığını örf ve adetlerinin ne kadar ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının ne kadar bozulduğunu, kısacası, ne kadar cehalet içinde olduklarını açıkça ortaya koyuyor.
Arabistan'da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu. Devlet kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile özerkti. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru hemen hemen hiç yoklu. Her yerde orman kanunu uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar, güçlü olandan ve kaba kuvvetten yanaydılar, kim daha güçlüyse başkasının haklarına tecavüz eder, mal ve
mülküne konardı. Bir Arap bedevisi için kabilesinden olmayan bir kişiyi öldürmekten ve malını gasbetmekten daha doğal bir şey yoklu.
Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son derece ilkeldi. Temiz ile pis, helâl ile haram, câiz ile câiz olmayan arasındaki farkı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri vahşiydi. Zina, kumar, içki, soygun, cinayet ve kan dökmek Arapların günlük yaşantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşma bir adetti. Kadınları bile çıplak vaziyetle Kâ'be'yi tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile, doğar doğmaz canlı canlı gömerlerdi.
Araplarda, babalarının ölümünden sonra üvey anneleriyle evlenmek de bir gelenek idi. Yemek yemek, konuşmak ve giyinmek konusunda da en basil kurallara riayet etmezlerdi.
Dinî inançlarına gelince, Araplar'ın durumu, o çağın diğer milletlerinin içinde bulunduğu cehalet ve dalaletin derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma ve yıldızlara tapma, kısacası, Allah'a inanmanın dışında ne kadar çok inanç ve ibadet aklınıza gelebilirse hepsi o çağın insanlarında vardı. Eski çağ peygamberlerinin öğretileri hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar yalnız Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)ın ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat bu baba-oğul peygamberlerinin dininin en olduğunu ve kime ibadet ettiklerini bilmezlerdi. Ad ve Semud'un öyküleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak Arap tarihçilerin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Salih (a.s.) ve Hz. Hûd (a.s.)un talimatına hiç rastlayamazsınız. Araplar,
Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları vasıtasıyla Beni İsrail Peygamber’lerinin hikâyelerini de az çok öğrenmişlerdi. Ama bu bilgiler fevkalâde yüzeyseldi. Bunların ne olduğunu öğrenmek isteyenler müslüman müfessirlerin İsrail Oğullarının rivayetleri hakkında anlattıklarına göz atabilirler. Bu kayıtlardan, Arap'ların İsrail Oğullarının Peygamberleri hakkında ne kadar sınırlı ve yanlış bilgilere sahip oldukları açıkça anlaşılıyor.
Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları vasıtasıyla Beni İsrail Peygamber’lerinin hikâyelerini de az çok öğrenmişlerdi. Ama bu bilgiler fevkalâde yüzeyseldi. Bunların ne olduğunu öğrenmek isteyenler müslüman müfessirlerin İsrail Oğullarının rivayetleri hakkında anlattıklarına göz atabilirler. Bu kayıtlardan, Arap'ların İsrail Oğullarının Peygamberleri hakkında ne kadar sınırlı ve yanlış bilgilere sahip oldukları açıkça anlaşılıyor.
İşte böyle bir devirde ve böyle bir memlekette bir insan doğuyor. Henüz küçükken annesi, babası ve dedesi vefat ediyor. Şartların bu kadar ağır ve imkânların bu kadar sınırlı olduğu bir dönemde bir Arap çocuğu, hakkı olduğu aile himayesinden de mahrum kalıyor. Biraz büyüyünce bedevi çocuklarla çobanlığa başlıyor. Gençliğinde ticaretle meşgul oluyor. Yukarıda özelliklerini sıraladığımız bir ortamda yetişiyor. Herhangi bir âlim veya vâizin yanında da
görülmüyor. Zâten o devrin Arabistan'ında âlim kabilinden kimse yoklu. Evet, birkaç defa Arabistan'ın dışına çıkma fırsatını buluyor ama yolculuğu sadece Şam'a kadar uzanıyordu. Bu yolculuk da o dönemde Arap tacirlerinin yaptığı ticari seyahatlerden farklı değildir. Şimdi bir an için Resul-ü Ekrem'in bu ticari yolculuklar sırasında bir iki kez bilgi ve kültür kaynaklarından yararlandığını farzetsek bile, bu şekilde bölük pörçük elde edilen bilgi ve gözlemin gayet
yüzeysel ve sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür parça parça ve acil durumlarda elde edilen bilgiyle kimsenin kişiliği değişemez. Bu noksan bilgilerin, bir kişiyi çevresinden koparacak ve hatta kendisini bambaşka bir insan yapacak çapta olduğunu söylemek abestir. Okuması yazması olmayan bir bedeviyi, sadece bir ülke değil, bütün dünyanın ve bir çağın değil, bütün çağların lideri ve önderi yapacak bilgilerin bu tür ayak üstü sohbetlerle elde edileceğini sanmak gerçekten saflıktır. Kendisinin yabancılardan" bir ölçüde bilgi alış-verişinde bulunduğunu kabul etsek bile, bu bilgi ile kimsenin o çağda bilemediği herhangi bir emsalini göremediği ve halta hiçbir yerde bulunmayan din, ahlâk, medeniyet ve kültürün en alâsını sunacak ve şahsen temsil edecek ve
yaşayacak hale gelmesine inanmak zordur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder