Bu Blogda Ara

Mahmud Es'ad Coşan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mahmud Es'ad Coşan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2016 Salı

Ermeniler Hakkında İşin Doğrusu Bu!

Müslümanın mutlaka hazırlıklı ve kuvvetli olması lazım. Eğer düşman daha kuvvetli olursa… Eğer müslümanlar dağınık, derbeder, ayrı, birbirlerine düşman olduğundan şımarırsa yapmayacağı yoktur. Her şeyi yapar. O kadar yalancı, o kadar eviren çeviren insanlar var. 

Şimdi Ermenilere zulüm yapılmış diye Amerika’da bilmem hangi komisyonda karar çıkartmaya çalışıyorlar.

Yahu şu Balkanlar’da, şu Doğu Anadolu’da, şu Maraş’ta, şu Kars’ta, şu Erzurum’da, şu Antep’te neler yaptıklarını tarih kitaplarını açıp bir okuyun.

Balkanlar’da neler yaptıklarını görüyorsunuz ama kendi adamları olunca “gık” demiyorlar. Usta hırsız ev sahibini bastırıyor; müslümanlar hem öldürülüyor hem de suçlu… Kendisini savunsa bile suçlu…

Hacca gidiyordum, Arap şehirlerinden birisine geldik. Arabamın yağı değişecek, sanayi çarşısına gittik. Bir iki arkadaş daha var, onlar da arabalarına parça alacaklar, aldılar.

Birisi, “Hoş geldiniz, hacı beyler.” falan diye Türkçe konuştu.

Allah Allah! Pekâlâ, hoşumuza gitti, konuştuk.

“Ne yapıyorsun burada.” dedik.

“Motor yağları satıyorum.” dedi.

“Tamam, benim arabamın motor yağını değiştir.” dedik.

Yani ona iş olsun diye, Türkçe konuşuyor ve bize “merhaba” dedi diye… Değiştirmeye başladığı sırada ben dedim ki;

“Sen nerelisin? Anadolu’nun neresinden geldin hemşerim.”

Bana nereli olduğunu söylemedi de, ne dese beğenirsiniz;

“Biz Asuriyik.”

Asuriyiz, demiyor. “Biz Asuriyik, siz bizim babalarımızı kestiniz.” dedi.

Hoppala! Bilseydim ne yanına giderdim, ne yağı değiştirirdim, ne selam verir, ne selam alırdım. Ne bileyim ben, Arap şehrinde hiç tahmin etmediğim bir şey...

“Siz, bizim babalarımızı kestiniz.” dedi.

Demek ki babalarından sonra buraya gelmiş, burada yetişmiş. Onun için hangi şehirden olduğunu söyleyemiyor.

Şimdi ben buna ne deyim?

Dedim ki,

“Ne zaman kesmişiz?”

“Siz kestiniz.” dedi.

“Peki, niye keselim, niye kesmişiz?” dedim.

“Kestiniz işte.” dedi.

“Peki, siz oraya nereden geldiniz.” dedim.

“Biz asırlar boyu oradayız.” dedi.

Benim de maksadım bu. Asırlar boyu orada olduğunu ben onun ağzından söyletmek istiyorum zaten.

“Biz eskiden beri oradayız.” dedi.

“Peki, Osmanlı kuvvetli olduğu, üç kıtaya yayıldığı zamanda size asırlar boyunca orada yaşama imkânı vermiş, hiç dokunmamış. Ne zaman kesmişiz biz sizi?

Son zamanda…

Niye kesmişiz?”

Bir şey diyemedi. Bir şey diyemeyince dedim ki;

“Bak, ben sana söyleyeyim. Bizim dedelerimiz size en güzel hayat şartlarını verdiler. Sizi paşa yaptılar. Marko Paşa, bilmem ne diye Dışişleri’ne aldılar, yüksek maaşlar verdiler. Askere seni çağırmadılar. Askerliği müslümanlar yaptı, onlar orduda şehit oldu, siz askere gitmediniz. Ticaret yaptınız, zengin oldunuz. Ankara’da, Maraş’ta, Kayseri’de, her tarafta konaklarınız oldu. Büyük tüccar oldunuz, zengin oldunuz ve huzur içinde yaşadınız. Hatta Amerika’ya falan giderken bile kendi hanımlarınızı, “burası emniyetli” diye burada bıraktınız…”

Eskiden oraya çalışmaya giderken öyle yaparlarmış. Anadolu’dan Avrupa’ya bizim geldiğimiz gibi onlar da ondokuzuncu yüzyılın sonunda, yirminci yüzyılın başlarında Amerika’ya giderlermiş. Orada çalışır, birkaç sene para kazanır, gelirlermiş. Ama hanımlarını, çocuklarını, “Anadolu daha emniyetli, huzurlu.” diye burada bırakırlarmış.

“Ben çoluk çocuğumu götürüp de tecavüze mi uğrattırayım. Burası emniyetli.” derlermiş.

“Size en kuvvetli olduğumuz zamanda hiçbir şey yapmadık. İzzet itibar eyledik. Memuriyet, sarayda görev, paşalık rütbesi verdik. İçişleri Bakanlığı’nda, Dışişleri Bakanlığı’nda görevler verdik. Huzur içinde yaşıyordunuz. Size bu kadar efendice davranan dedelerimiz, dört bir yandan düşman hücum edip zor durumda kalınca… Ne zaman onların zayıfladığını gördünüz, nankörlük ettiniz. Nankörlük ettiniz, siz de silaha sarıldınız. Rus Balkan’dan, Kafkasya’dan gelince siz onlara rehberlik ettiniz. Müslüman köylerini bastınız, öldürdünüz. Adana’ya, Antep’e Fransızlar geldiği zaman önderlik ettiniz, onlara yardım ettiniz. Bizlere hıyanet ettiniz. Sizin bu hıyanetinizi Allah sevmedi. Allah hainleri sevmez; vefalıları, sözünde duranı sever. Düşmanlar gittikten sonra da sizin yaptığınız zulümlerin karşılığında bizim dedelerimiz de sizi kendi diyarlarından çıkarttılar.” dedim.

Hiçbir şey diyemedi.

İşin doğrusu da bu! Çünkü bizimkiler hakikaten zalim olsa idi, yedi asırda onlardan bir tane kalmazdı, hepsini keserdik, olur biterdi.

Kim hesap soracak? Anadolu’da, Kayseri’de Osmanlı Ermeniler’i kesmiş…

Karışamaz bile… Çünkü Viyana’ya kadar gelmiş. O zaman ne yapacak, kendisinin başı derde girerdi. Ama şimdi Amerika’da seçim zamanında, oy oyunları ile vs. “müslümanlar katliamcı” diyecekler.

Yedi asır niye katliam yapmadılar?

Yalan!

Katliamı onlar yaptılar. Toplu mezarlar var, resimleri var. Köyleri basıp da neler yaptıkları belli.

Mahmud Es'ad Coşan

Müslümanlar Birlik İçinde Hareket Etmiyorlar

Daha önceki asırlarda olduğu gibi bu asrın en mühim meselesi, tüm müslümanların çok büyük dikkatle düşünmeleri ve var güçleri ile çalışmaları gereken husus birliktir! 

Müslümanlar birlik içinde hareket edemiyorlar. Müslümanlar dertlerini toplu yardımlaşmayla çözümlemiyorlar. Müslümanlar birbirlerinin sorunlarıyla ilgilenmiyorlar. Müslümanlar sadece kendi keyiflerine bakıyorlar. Müslümanlar müslümanlarla kavgayı çok çok yapıyorlar da kâfirlerle dost geçiniyorlar. Âzerî türküsünde; Ellerle güler oynar, menimle garazı var dediği gibi başkasına gülüyor, bana karşı buğzu adâvet içinde!

Tasavvufa düşman, müslüman kardeşine düşman, camiye düşman, imama düşman, hutbeye düşman, sakala düşman, başörtüsüne düşman!

Başka bir düşman bulamadın mı? 


“Bu ne biçim Müslümanlık?!..” diye şaşırdığımız şeylerin hepsi Efendimiz’in sünnetine uymamaktan, sünnetinin öğrenilmemesinden, öğretilmemesinden kaynaklanıyor! 
Müslümanların sünnete uygun olarak yaşamalarını sağlayan ana çizgi, ana kaynak, ana gösterge Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîfleridir.

M. Es'ad Coşan

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Yaşamak Güzel Fakat Ölüm de Çok Mühim Bir Olay


Hayat önemli, hepimiz yaşıyoruz. Allah afiyetli, sıhhatli, mutlu, huzurlu güzel bir ömür nasip etsin, hepimize uzun ömür nasip etsin.


Yaşamak güzel fakat ölüm de çok mühim bir olay. Kimsenin nasıl öleceği belli olmuyor. Kimisi çok ızdırap çekiyor. Peygamber Efendimiz bildirmiş ki;

“Ölüm kolay bir olay değil.”

Bir insana 50 defa kılıç vurulmuş gibi acı çeker. Bazı vefat eden insanlar, o ölümün çırpıntıları, sekerât-ı mevtin halleri, ızdırapları, insanın kanı çekilip canı çıkarken bazılarına çok zor olacak.

Sonra bir başka nokta var. Şeytan insanın öleceği zaman gelip onun imanını almaya çalışır. Onun kâfir olarak ahirete göçmesi için en son uğraşını, mücadelesini verir, kandırmaya çalışır. Allah’ın varlığını inkâr ettirmeye çalışır, dinden imandan çıkartmaya çalışır.

Şimdi şeytan yanına sokuldu mu, tehlikeli bir mahlûk yanına sokulmuş. Tam o zaman da büyük bir tehlike var, Allah etmesin belki de kandırır, kandırabilir. Şeytan çünkü usta bir mahlûk; kandırabilir. Şeytan yanına gelmesin, imanını almasın, kötü bir hâtime ile suihâtime ile imansız olarak âhirete göçmesin diye insanın her türlü tedbiri alması gerekiyor. Ne türlü fedakârlık yapması gerekiyorsa yapması gerekiyor.

Ama o kadar büyük fedakârlığa lüzum yok. Peygamber Efendimiz müjde veriyor. Bize yol gösteriyor, gece abdest alarak yatmış olan bir insan geceleyin şehit olarak ölmüş olur. Şeytan yanına gelemez, imanını alamaz, ölümü de bir şehit gibi, öyle mü’min-i kâmil olarak şehit gibi ölür. Şehit ölür dediğine göre abdestli yattığı için âhirette şehit sevabı alacak.



                                                                                            M. Es'ad Coşan

20 Nisan 2016 Çarşamba

Hayal Etmek de mi Yasak? M. Es'ad Coşan


Fransa ile, İngiltere ile Almanya dost oldu; AET’yi kurdu, AT’ı kurdu. Düşman ya... Fransızlar Almanlar’dan Alsas Loren’i, Alman topraklarını almış. Ama şimdi dost oldular. 

Neden?

Birlikte kuvvet olduğunu bildikleri için masaya oturuyorlar;

“Arkadaşlar, ayrı ayrı durursak bir faydası yok. Birleşelim, işimizi yürütelim; daha çok kâr var!”

“Birleşelim mi?”

“Birleşelim!”

“Eski düşmanlık?”

“Boş ver eski düşmanlığı! Mühim olan paradır, puldur, kuvvettir!” diyorlar, birleşiyorlar.

Akıl ve mantık neyi istiyorsa eski düşmanlıkları bırakıp yapıyorlar.

Biz bunu yapmıyoruz! Biz eski Osmanlı’yı bile tesis edemedik! Suriye eyâletimizi, Bağdat vilâyetimizi alamadık. Onlar bize düşman, biz onlara hasım; böyle gidiyor...

Libya 1949’da istiklâlini kazandığı zaman Türkiye ile birleşmek istemiş, parlementosunda konuşmuşlar. Kral Sunusî’nin hanedânından olan insanlar İstiklâl harbinde bizimle beraber mücadele etmişler. Bilmiyoruz.

“Eski Osmanlı’yı tekrar kuralım.” diye düşünmek bile hatırımızdan geçmemiş.

Yasak mı düşünmek? Hayal etmek de mi yasak?

Hiç olmazsa hayal edersin.

Ama birleşememişiz. Onlar birleşiyorlar. Biz eski Osmanlı vilâyetleri birleşemiyoruz; onlar eski düşmanlar, kanlı bıçaklı hasımlar birleşiyorlar ve muazzam şeyler elde ediyorlar.

8 Mart 2016 Salı

Hepimiz Kaliteli, Kalifiye Yetişmek Zorundayız - M. Es'ad Coşan

Hepimiz kaliteli, kalifiye yetişmek zorundayız. Yetişmek zorundasınız!

Kendi mesleğinizde mütehassıs olacaksınız. Yabancı dil bileceksiniz. Arapça öğreneceksiniz. Türk lehçelerini öğreneceksiniz. Yabancı ülkeleri, müslüman veya gayrimüslim her ülkeyi tanıyacaksınız.

Senelerce önce ben İlâhiyat fakültesinde vazife görüyorken talebelerime dedim ki;

“Her biriniz bir ülkeyi seçin, o ülkede ihtisaslaşın!”

“Ben Sudan’ı seçtim.”

“Ben Senegal’i seçtim.”

“Ben Moritanya’yı seçtim.”

“Ben Nijerya’yı seçtim...”

“Tamam. Git Nijerya’ya; orayı öğren, dilini öğren, kültürünü öğren, tarihini öğren. Orayla bizi nasıl bağlayabilirsin, orayla irtibatımızı nasıl sağlamlaştırabilirsin; sen bu konuda çalış.” diye söylemişimdir.

Dış dünyaya açılmamız lazım.

Son derece bilgili, görgülü olmak zorundayız; dil bilecek -Arapça bilecek- dış seyahatler yapmış olacak, dış ülkelerle ilgilenmiş olacak, dostları tanıyacak...

Ben birçok kimseye davette bulundum; “Gelin Türkiye’ye, misafirimiz olun.” dedim.

Dünyanın her yerinde müslümanlar birbirlerini tanıyacak.

Dergilerimizi ilk çıkarttığımız zaman, derginin yöneticilerine dedim ki;

“Yurtdışı haberlerini daha fazla verin. Müslümanlar dünyanın sadece Türkiye’den ibaret olmadığını anlasınlar; başka yerlerdeki müslüman kardeşlerinden de haberdar olsunlar!”

Hudutlar çözülür çözülmez, açılır açılmaz ilk işimiz Azerbaycan’a ve Özbekistan’a gitmek oldu.

Neden?

“Tanıyalım, ilgi ve irtibatı kuvvetlendirelim.” diye.

Oradan arkadaşları çağırdık, talebeleri çağırdık.

Buna devam edeceğiz.

                                                                                                                                                                                                             M. Es'ad Coşan

23 Şubat 2016 Salı

Hiç düşündük mü?

İnsan, tabiatı gereği dünyaya düşkündür, âhireti ise hatırından uzaklaştırma eğilimindedir. İnsanoğlunun ölümden hoşlanmamasının, ondan ürkmesinin en önemli sebebi, dünyaya olan aşırı tamah, ölümün ve âhiretin unutulup hazırlık yapılmaması, günah ve isyan karanlığında hakikat ışığının görülememesidir. Oysa Allah Rasûlü (s.a.s)’nün uyarısı çok ağırdır:  “…(Gaflete) dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır! Azan, haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kul ne bedbahttır!”

Doğumdan ölüme geçen süre içinde insan her türlü yoldan geçer, doğruları yanlışları fazlasıyla yapar, kendini rahat ettirme peşine takılır durur. İnsan bilmezmi mucize oluşumundaki gerçekleri, görmezmi etrafındaki düzeni, Görmezmi etrafındaki ölümleri ve bilmez mi sıranın kendinede geleceğini!


“Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl tükettiğinden, gençliğini ne şekilde yıprattığından, malını/servetini nereden kazanıp nerelere harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden.” 

Hayatta hep yüz yüze olduğumuz hâlde bir türlü idrakine varamadığımız bir gerçek vardır: Ölüm ve ötesi. Oysa Peygamberimiz (s.a.s) bir hadislerinde, “Ağız tadını kaçıran, lezzetleri yok eden ölümü çokça hatırlayın". buyuruyor.

Hiç düşündük mü? 


*Neden dünyamızda kötülükler, zulümler, haksızlıklar, katliamlar, savaşlar, cinayetler, öldürmeler, suçlar bir türlü sona ermiyor? 

*Neden hırsızlık, arsızlık, edepsizlik, fuhuş, zina, taciz, uyuşturucu, alkol, kumar hiç azalmıyor? Neden yalan, dolan, gıybet, iftira hiç eksik olmuyor? 

*Neden insanlar tabiata, çevreye ve diğer canlılara sürekli zarar veriyor? 

*Neden insanlardaki daha çok kazanma, daha çok tüketme, daha çok sömürme, daha çok eğlenme hırs ve tutkusu, ikiyüzlülük, bencillik, haset, intikam, kin ve öfke bir türlü sona ermiyor? 

Bu soruların birçok cevabı yanında çok önemli bir cevabı var: Ölüm, ahiret ve hesap çoğu zaman aklımıza gelmiyor. Ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ettiğimiz anlar oluyor. Unutmayalım ki günah ve haramlardan uzaklaşıp sevaplara, hayırlara ve iyiliklere yönelmek için ölümü, ahireti ve hesabı daima hatırda tutmak gerekiyor. 

Dünya pazarında hiçbir şey karşılıksız verilmezken, ebedî âlemde vaat edilen nimetler çalışmadan, hazırlanmadan kazanılır mı? Mademki ölüm var, ahiret var, hesap var, mizan var, sırat var, cennet var, cehennem var; öyleyse ölüme, ahirete ve hesaba hazır olalım! Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekelim!

9 Şubat 2016 Salı

“Dünya” Dediğin Nedir ki İçindeki Bir Hâdiseye Bu Kadar Üzülmeye Değsin!

Sabır Güzel Huy'dur
اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ 

İnna’llâhe mea’s-sâbirîn. “Allahu Teâlâ hazretleri sabredenlerle beraberdir.”

Sabır, imanın bir meyvesidir. İman etmeyen insan sabır da edemez. İman eden insan, dağlar gibi bela gelir de onu da hazmeder, onun da üstünden gelir. İman etti mi olur. İman etmedi mi mümkün değil. İman etmeyen bir insana bir felaket gelir, bakarsın darmadağın olmuş gitmiş.

İran şâhı saltanatından oldu; adam hazmedemedi, birkaç yıl içinde kahroldu gitti. Kendi kendini yedi, kanser oldu gitti. Tahammül edemedi.

Mü’min tahammül eder.

Men âmene bi’l-kaderi emine mine’l-kederi. “Allah’a iman eden kimse kederden emniyette olur.”

Bu da geçer...

Ne olacak, bu dünya hayatı...

Zaten “dünya” dediğin nedir ki içindeki bir hâdiseye bu kadar üzülmeye değsin!


M. Es'ad Coşan

26 Kasım 2015 Perşembe

Mutasavvıf Nasıl Olacak

M. Es'ad Coşan

Mutasavvıf nasıl olacak?

Yiğit olacak; miskin ve tembel olmayacak, hizmetten kaçmayacak. Fütüvvet ehli olacak. Onun için fütüvvet ehli çalışır çabalar, kazanır, kimseye yük olmaz. Bir takım yükleri kendisi taşır. Kazanır, kazandığını başkalarına verir, onlara yardımcı olur. Kendisini kurtarmak dışında başkalarına da yardımcı olur; beldeyi korur.

Onun için gençlerin arasında fütüvvet teşkilatı, yiğitlik teşkilatı kurulmuştur. Bu çağlardan itibaren Bağdat’ta ve bazı şehirlerde vardı. Onlar âdeta şehrin zabıta memurları gibi asayişini korurlardı. Haksızlığa, hırsızlığa, lüzumsuz kabadayılığa imkân vermezlerdi. Bir organizasyon olarak çalışırlar çabalarlar, hizmet ortaya koyarlardı.

Fütüvvet teşkilatı; hicrî ikinci, üçüncü asırlarda Bağdat’ta yaşanmış; denenmiş, an’aneleşmiş, âdet hâline gelmiş; oradan Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da da her şehirde fütüvvet teşkilatı kurulmuştu.

Aslında şimdiki gençlerin de bu teşkilatı ihyâ etmesi lazım. Şimdiki mutasavvıfların da her beldede fütüvvet teşkilatını kurması lazım. Haksızlığı yaptırmayacak, hizmeti icra edecek, muhtaçlara yardım edecek. Kazanacak, ikram edecek; fütüvvet bu. Tasavvufta önemli bir sıfattır.

Büyüklerden bir tanesi tasavvufu anlatırken ne diyor?

Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır.

Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.

Tasavvuf dost olmaktır ama kimseye yük olmamaktır. Kimsenin ensesine binmemektir, kesesinden geçinmemektir, eline bakmamaktır. Kimseyi istismar etmemektir.

Böyle sûfîler olsa bir kimse tasavvufa karşı çıkar mı, çıkabilir mi?

Çalışacak, yedirecek, hizmet edecek, faydalı olacak.

Tasavvuf erbabı tasavvufu bilse, tasavvufî sıfatlara sahip olsa, tasavvufu sevmeyen insan kalır mı?

Tasavvuf onun için sevilmiştir. Yunus’ta, Mevlânâ’da tasavvuf onun için seviliyor.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Toplum Hayatının Temeli Adalet - M. Es'ad Coşan


Din “karşılık” demektir. Bilhassa Mâliki yevmi’d-dîn âyet-i kerîmesinde “İnsanların yaptıkları işlerin iyi veya kötü karşılığı neyse onun verileceği gün.” anlamına gelir.

Arapça’da bir söz vardır: Kemâ tedînü tüdân. “Sen nasıl bir işlem yaparsan, sana öyle karşılık olarak muamele yapılır.” deniliyor.

Mâliki yevmi’d-dîn demek, -“Din gününün sahibi.” diye tercemesi doğru değil- “İnsanların yaptıkları a’mâlin, ef’âlin, yaşam tarzlarının ve işlerinin ceza veya mükâfat olarak karşılığının verileceği güne mâlik olan.” demektir. Yani, “Kişinin ettiğini bulma günü.” demektir. 

Sonra;

فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدّ۪ينِۜ اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَحْكَمِ الْحَاكِم۪ينَ 

Fe-mâ yükezzibüke ba’du bi’d-dîn. Eleysallâhu bi-ahkemi’l-hâkimîn. “Bu kadar gerçeklerden sonra hangi husus sana dini kabul etmemeyi, tekzip etmeyi, yalanlamayı telkin edebilir, işaret edebilir?”

Buradaki din de; yine “karşılık” demek. Yani;

“Hakk’ın yerini bulmasını inkâr etmeye seni ne götürebilir, hangi sebep seni o tarafa itebilir?”

Böyle bir şey mümkün değil!

اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَحْكَمِ الْحَاكِم۪ينَ 

E leysa’llâhu bi-ahkemi’l-hâkimîne. “Allah hakimler hakimi, adaletliler adaletlisi, en adaletli, hükmü en isabetli olan değil mi?”

Ahkemü’l-hâkimîn, “hükmü en isabetli” diye terceme edilmeli.

“Dini kim inkâr edebilir?” sözü de, “Ettiklerini bulmanın olacağını kim inkâr edebilir?” demek.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُۜ . وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ

Fe-men ya’me’l-miskâle zerretin hayran yerahû. Ve men ya’me’l-miskâle zerretin şerran yerahû. “Zerre kadar hayır işleyen karşılığını mükâfat olarak görecek, zerre kadar şer işleyen cezasını ikab olarak, azab olarak çekecek.” diye bildiriliyor.

Sonra;

اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يُكَذِّبُ بِالدّ۪ينِۜ

E raeyte’llezî yükezzibü bi’d-dîn.

Burada da yine din “karşılık” mânasında.

Demek ki bizim dinimizde çok net olarak görüldüğü üzere “toplum hayatının temeli adalet” diye bildiriliyor ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hayatından başlayarak, haklı düşman bile olsa, hakkı teslim edilmesi ve hukuka riayet edilmesinin şahaser örnekleri veriliyor.

4 Kasım 2015 Çarşamba

Bir İnsan Ölümden Korktu mu? Gitti - M. Es'ad Coşan

Müslümanın ana vasfı:
Bir, dünyayı sevmemesi;

İki, ölümden korkmaması.

Bütün hatanın başı dünyayı sevmektir. Para, mevki, makam, eğlence, plaj, gazino, çalgı, türkü, fors vs… Bütün hataların başı hubb-u dünyâ, dünya sevgisidir.

Kâfirler karşısında hezimetin, vazifeyi yapmamanın sebebi nedir?

Kerâhiyetü'l-mevt, ölümden korkmak!

İnsan ölümden korktu mu hiçbir şey yapamaz. Bir insan ölümden korktu mu gitti.

Müslüman; ölümden korkmaz, dünyaya da metelik vermez. Hayırlı bir ölüm diler, Bu niyetle Ölmeye gayret eder. Akıldan “Allah’ın izniyle şöyle bir münasip savaş olsa, cihat olsa da bir çarpışsam da vurulup tertemiz alnımdan uzansam yatsam…der ”  rüyasına girer, “Ben şehit olacağım.” der.


Avrupalılar’ın, hakiki müslümanlardan ödleri patlar. Onun için bütün mendeburlukları, domuzlukları, şeytanlıkları müslümanı imanından ayırmak üzerinedir. Müslüman, müslüman olmasın! Aman hakiki İslâm yerleşmesin, aman gelişmesin…

Niye?

Müslümanlar ele avuca sığmaz da ondan. Çürük oldu mu ele de avuca da sığar, çuvala da, depoya da girer, istif de kabul eder, odun gibi yakabilirsin de; her şeyi yapar! Ölümden korktu mu her şey olur! Ölümden korkmadı mı kimse tutamaz.

Ne tutuyor?

Takvâsı, Allah korkusu tutuyor. Allah’tan korkuyor, hesabı biliyor, ona göre hareket ediyor.

23 Ekim 2015 Cuma

Zikir - M. Es'ad Coşan

Eyüp’te kabri olan bir mübarek mürşid-i kâmil var, Osmanlılar zamanında yaşamış, Abdulehad-i Nûrî hazretleri. Padişahın huzurunda öteki alimlerle konuşuyorlar da; “Eşyadaki bu zikir nasıldır? Her şey zikrediyor; yastık zikrediyor, duvar zikrediyor, ağaç zikrediyor... Bu nasıldır? Lisân-ı hâl ile bir zikir midir, yani hâliyle zikrediyor gibi midir; yoksa bir dille söylenmiş gibi mi zikrediyor?” diye sorulmuş.
Diyor ki;

“Evet, dille söylenmiş gibi zikreder.”

Anlayan anlar, duyan duyar, duyamayan duyamıyor.

Nitekim Peygamber Efendimiz peygamber olmadan önce, yolda yürürken kendisine ağaçlardan, taşlardan es-selâmu aleyke yâ Resûlallah diye ses gelirdi, o duyardı. Mesela eline çakıl taşı aldığında çakılın tesbihini duyuyordu. Allah duyurursa duyar.

Hani hadîs-i şerîfte “Evliyâullahın, mü’minin güzel bir kokusu olur; âfaktan duyulur, kokusu koklanabilir.” denildiği gibi, eşyanın zikrini de duyan duyabiliyor. Mü’minin kokusunu da koklayan koklayabiliyor, duyan duyuyor.

“Evet padişahım, dille söylenir gibi bayağı zikreder, tesbih eder. Duyan duyar.” demiş Abdulehad-i Nûrî hazretleri.

Hayatını okurken dikkatimi çekmişti. Çok büyük bir zât. Ayasofya’ya bir gecede 17 defa çağırılmış, Resûlullah Efendimiz tarafından mâna âleminde kendisine 17 tarikatten hilafet verilmiş. Mâşaallah...

Ben fakir kardeşinize evvelki senelerde Mekke-i Mükerreme’de, rüyamda bir zât Mevlevîlik dersini verdi. Ben diyorum ki;

“Ben Nakşîyim, Nakşî tarikatindenim.”

“Olsun.” diyor.

Bana Mekke’de Mevlevîlik dersi verdi. “Herhalde Mevlevî de olduk.” dedim.

Mesnevî’den okumamız lazım, biraz Mevlânâ’dan vaaz vermemiz lazım...

Sonra bir sene rüyada “Ahmed Ziyâeddîn-İ Gümüşhânevî hazretlerinin makamı verildi.” dediler.

Aziz Mahmud-ı Hüdâyî hazretleri, CelvetiyYe tarikatinden; Süleymaniye gibi bir camide onun makamına bizi seçtiler. Tekkesi Ankara’daymış, bizi onun yerine seçtiler.

Rüyada bazen böyle şeyler oluyor. Bunlar bir işaret oluyor.

Ayasofya camiine 17 defa aynı gecede çağırılıyor, Peygamber Efendimiz tarafından kendisine tarikat hilafeti veriliyor. Yani büyük bir zât, evliyâullahın büyüklerinden bir mübarek kimse. Ben şahsen kendisini çok seviyorum. O “duyulur” demiş.

Kendi vücudunun bütün zerresi zikreder hâle geliyor, etrafın zikrini tesbihini duyacak hâle geliyor; o zaman bir başka türlü insan oluyor.

Mehmed Zahid Hocamız’la ilgili bir hatırayı anlatayım.

Ankara’da bir kardeşimizin evine davet olunduk. O kardeşimizin Çankaya’da çok manzaralı bir dairesi var. manzaraya hâkim, bütün Ankara ayağının altında, çok güzel, tam Çankaya’dan aşağıyı seyrediyor. Orada toplandık. Çok muazzam bir kalabalık birikti; dost, ahbap çok, Hocamız’ı seven çok, toplandılar.

Ankara’nın vaizlerinden Osman Şevket Yardımedici Hoca, o da geldi. Bir soru sordu.

Kendisi Bağdat’ta okumuş, Arapçası güzel, hafız, kıraatı güzel, doyurucu da kıraatı var. Bağdat’ta kendisine; “Sen burada imam olarak kal, Türkiye’ye gitme.” demişler. Bağdatlılar’ın beğendiği bir hoca. Kendisi Maraşlı’dır.

Kalabalıkta o bir soru sordu:

“Hocam, insan mesela Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevî’de namaz kılarsa başka yerde kılınan namazdan bin misli daha fazla oluyor. Kâbe’nin yanında Mescid-i Haram’da namaz kılarsa yüz bin misli sevap alıyor. Bunun gibi kârlı ibadetler var mıdır?” dedi.

Canlı bir insan canlı bir soru sordu... Pehlivan gibi bir insan Osman Şevket Hoca...

Hocamız sanki o soruyu sormasını bekliyormuş gibi, soru biter bitmez, biraz düşün, bekle, ondan sonra söyle tarzında değil de, “var mıdır?” derken hemen;

“Evet, vardır!” dedi.

“Nedir hocam o?” dedi.

Merak ediyor, kurnaz, çok sevap kazanacak...

“Evet, vardır. Bir insan tarikatte zikre devam edince kendisinde bir hâl hâsıl olur. ‘Zikr-i sultânî / sultânî zikir’ derler. O zaman her zerresi zikreder. Her zerresinin zikrettiğini kendisi hisseder. Her zerresiyle zikreder. O zaman bir kere Allah dedi mi, vücudunun bütün zerreleri hepsi birden Allahdediğinden çok büyük bir rakamla, tarif edilmeyecek kadar çok fazla miktarda Allah demiş olur. İşte bunun sevabı çok fazladır.” dedi.

Bayıldık... Soruya da bayıldık, cevap da çok hoşumuza gitti...

Allah zikrinden gafil etmesin, zikrine devam etmeyi nasip eylesin.


Amin...

18 Eylül 2015 Cuma

Biz Ne Yapmak İstiyoruz


Allah âhir zamanın fitnelerine bulaştırmasın. Nefse esir, şeytana da maskara etmesin. Peygamber Efendimiz’in yolunda, Kur’ân-ı Kerîm’in yolunda yürütsün. 

Biz ne yapmak istiyoruz?

Sizi Kur’an’ın yoluna, Peygamber Efendimiz’in yoluna sokmak istiyoruz; onu öğretmeye çalışıyoruz.

Siz Kur’an’ın ehli olun ne mutlu! Peygamber Efendimiz’in sünnetinin yoluna girin, Efendimiz’e has ümmet olun, ne mutlu! Biz bunu istiyoruz. Başka hiçbir şey istemiyoruz. Sizden para istemiyoruz. Bizim paramız pulumuz çok, size de verebiliriz! Allah’ın izniyle paraya ihtiyacımız yok, para istediğimiz yok.

Elhamdülillah, Allah bizi kimseye muhtaç etmemiş, maddî menfaat istemiyoruz, rey istemiyoruz, oy istemiyoruz, mevkî istemiyoruz, makam istemiyoruz!..

Ne istiyoruz?

“Allah aşkına, Allah’ın has kulları olun! Kur’an ehli olun, Kur’an’a hizmet edin, Peygamber Efendimiz’in sünnetine sıkı sarılın! Aman sapıtmayın, aman şeytana uymayın, namazlarınızı, ibadetlerinizi ihmal etmeyin!..” diyoruz.

Kurtlar kapmasın diye, çoban gibi sizi korumaya çalışıyoruz.

Allah sizi kurtlara kaptırtmasın, yolundan ayırmasın. Ömrünüz boyu hep sevaplı işler yapmanızı nasip etsin; günahlardan, haramlardan korusun.

İşler çatallaştığı, karıştığı, müphemleştiği zaman, hakkı hak olarak görmeyi nasip etsin, basiret sahibi etsin. Batılı, yanlışı yanlış olarak görüp ondan korunmayı, her işinizi Allah rızasına uygun yapmanızı nasip etsin.

Her türlü haramdan korusun, kazancınızın helal olmasını bilhassa nasip etsin. Çünkü insan haram lokma yediği zaman dengesi bozulur. Hapı yuttuğunun resmidir. Bir insan haram lokma yedi mi artık onu kimse kurtaramaz!

Kaynak : http://mecmerkezi.org/Makale/167/makale.aspx

11 Ağustos 2015 Salı

Yol Bu Yol, Gerisi Boş!

M. Es'ad Coşan

Neden hadîs-i şerîf okuyoruz?
Peygamber Efendimiz’i iyi tanıyalım, onu iyi takip edelim, onun şefaatine nâil olalım, bu zümreye girelim diye. Yoksa okunacak bir yığın kitap var...

Niye hadis kitabı okuyoruz?

Kaynak burası. Her şey buradan çıkıyor; güldür güldür, güldür güldür, pırıl pırıl, tertemiz, bal gibi tatlı bir pınar; herkes testisini buradan dolduruyor de ondan. Pınarın başından, kayanın içinden çıkan o güldür güldür pınardan dolduralım kabımızı diye, onun için yanaşmışız buraya.

Ta aşağılarda, kanallarda belki tozlanır, belki kirlenir, belki mikroplanır diye ta aslından alıyoruz.

Hadîs-i şerîfte bir şey varsa uyun, tatbik edin. Hadîs-i şerîfte bir yasak varsa bırakın, o işten vazgeçin.

Hayatınızı buna göre tanzim edin. Yol bu yol, gerisi boş.



Ümmetin bozulduğu zamanda Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılanlara Allahu Teâlâ hazretleri şehit olmuşçasına sevaplar veriyor. Canını vermişcesine, kanını topraklara akıtmışcasına, tertemiz kanları yerlere saçılmış olarak ruhunu teslim etmişcesine sevaplar veriyor, bu sünnet-i seniyyeye sarılıp Allah’ın yolunda yürüyenlere.

Rabbimiz bizi Peygamber Efendimiz’in nurlu yolundan bir göz yumup açıncaya kadar bile, o kadar kısa zaman bile ayırmasın! Her hâlimizi, her işimizi ona uydurmayı bizlere nasip eylesin. Yüzümüz gözümüz, traşımız, giyimimiz kuşamımız, yaşayışımız, ailedeki davranışımız, konuşmalarımız; hanımımızla, kocamızla, karımızla, çoluk çocuğumuzla, hocamızla, talebemizle, müşterimizle, dükkân sahibi ile münasebetlerimiz, her şeyimiz bu ahlâkî esaslara göre olacak, her şeyimiz! O zaman kurtuluruz.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Hakkı Söyleyen Kimseye Darılmaca Olmaz

Ebû Ali el-Fâremedî kaddesallahu sırrahu bizim silsilemize mensup hocalarımızdan, zât-ı muhteremlerden bir evliyâ. Selçuklu sultanlarından birisinin galiba Sultan Sencer’in huzuruna gidermiş. Sultan ayağa kalkar onu karşılarmış, getirir tahtına oturturmuş. O da karşısında talebe gibi diz çöker dururmuş. Ebû Ali el-Fâremedî hazretleri de kaşlarını çatarmış, epeyce nasihat edermiş.
Bir başka muhterem zât var “gıybet olmasın” diye adını söylemeyeceğim, -ölmüş gitmiş- o kimse de eserler yazmış, alim bir kimse. Bir ara sultana söz takıştırmış;

“Ben bunca alimim, bunca bilgim var, şu mevzuda şöyle kitaplar yazdım, sen bana bu iltifatı yapmıyorsun; biz huzuruna geldik mi el pençe divan duruyoruz, ‘sen sultansın’ diye kenarda titreyerek duruyoruz; bu ümmî bir kimse sen bunu uzaktan karşılıyorsun, tahtına oturtuyorsun, önünde el pençe divan duruyorsun, bu muamele reva mı? Ben alimim bana yapmıyorsun, o ümmî ona yapıyorsun!”

Ötekisi ümmî değil ama bu alim kendini daha yüksek yere koyuyor. Sultanın cevabı çok hoşuma gidiyor:

“Siz ben ne söylersem tasdik ediyorsunuz, bu zât benim kusurlarımı söylüyor, benim düzelmeme sebep oluyor, benden korkmuyor; ‘Bu yaptığın hata. Sultanım, aman böyle yapma, âhiretin mahvolur.’ diye benim hatalarımı dobra dobra söylüyor. Onun için buna hürmet ediyorum.” demiş.

Ne sultanmış! Allah rahmet eylesin!

Kendisini azarlayan kimseye daha çok itibar ediyor. Onun için içinizdeki mevkî makam sahipleri kardeşlerimiz, benim bu konuşmalarımı dinleyen çok yüksek kimseler var. Sonra kayıttan dinleyenler bana darılmasın, kimseye bir kastım garezim yok. Herkesten daha hor, daha hakir olduğumu kabul ediyorum, hadîs-i şerîfleri söylüyorum. Birisi Allah’ın emrini söyleyecek; kim söylerse... Allah bizi vasıta etmiş, onu söylüyorum, kimse darılmasın. Hakkı söyleyen kimseye darılmaca olmaz.

Hakkı söyleme imkânı darılmak, azarlamak ve cezalandırmak suretiyle engellenirse o memleket harap olur. Hak rahat söylenebilmeli ki haksızlık yok olsun, hakîmlik hâkim olsun.

Hak söylenemiyor, herkesin ödü patlıyor; falanca adam deveyi hamuduyla yutmuş, rüşvetin âlâsını daniskasını yemiş, memleketi sömürmüş, kimse “gık” diyemiyor.

Hangi mevkide olursa olsun haksızlık yapan birine söz söylenebilmeli.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “En üstün, en faziletli cihat, zalim iktidar sahibinin karşısında hak sözü söylemektir.” buyurmuş.

Ne güzel, alimler hakkı söylemekten korkmayacak.

İşte bizim işimiz böyle zor. Allah sizlere de bizlere de gayret kuvvet versin. Cümlemizi daima hayrı söyleyip hayrı tutanlardan eylesin.



Mahmud Es'ad Coşan

28 Temmuz 2015 Salı

Hak Neredeyse Onun Peşinden Git

İnsan hak bildiğini söyleyecek. 

“Kalabalık hepsi aleyhte; en iyisi ben de susayım, söylemeyeyim.”

Olmaz! Hakkı söylemesi gerektiği yerde susan dilsiz şeytandır. Herkes hakkı söylese haksızlar fırsat bulamaz.

“Yoo, elini uzatma bakalım o harama!”

“Yoo, öyle yapamazsın, olmaz!”

Herkes; “Ya bu adam varken ben haram yemeyeyim, şu haksızlığı yapmayayım.” der.

Doğrular hakim olunca eğrilere meydan, yol kalmaz; o da yavaş yavaş düzelir belki.

“Doğruluk da daha iyi be... Bak filanca adam da doğru, ne kadar kâr etti. Ben de doğru olayım.” der, düzelir.

Ama eğrilere ses çıkartılmazsa, aksine doğrulara ses çıkartılırsa o zaman iş Nasreddin Hoca’nın durumuna döner:

Bir köye gitmiş. Üstüne köpekler saldırmış. Şöyle bir çırpınmış, ne yapayım diye. Yerde bir taş görmüş, yapışmış. Meğer taş da köklüymüş, çıkmamış. Yani taş atacak da köpekleri kaçırtacak.

“Allah Allah, ne acayip köy; köpekleri salıvermişler, taşları bağlamışlar.” demiş.

Öyle olur. Onun için Allah bizi doğru sözlü, doğru özlü kimseler eylesin. Hakkı tutan, hakka yardımcı olan kimseler eylesin.

Ne güzel sıfattır, haktan yana olmak...

Peygamber Efendimiz nasıl buyurmuş?

Zül mea’l-hakkı haysü zâle.

Çalışma masamıza, yatttığımız yere, oturduğumuz yere, misafir odasına yazmamız lazım:

Zül mea’l-hakkı haysü zâle. “Hak neredeyse onun peşinden git.” diyor.

Hak nereye zâil olursa, ne tarafa doğru kayarsa, giderse sen de hakkın peşinden git.

Ne tarafa doğru gidiyorsun?

“Hak bu tarafa doğru gidiyor, ben de onun peşindeyim.”

Yoksa sen bir yol tutturmuşsun, hak şöyle kıvrılsa bu tarafta olsa sen dosdoğru gidiyorsun ama doğru değil ki, hak bu tarafta. Orada hemen bırakıvermek lazım, haktan yana dönmek lazım.


Mahmud Es'ad Coşan

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Biz Mazlum Milletiz

Burada, New South Wales eyaletindeyiz. Avustralya’da Sydney’in olduğu mıntıka. Buranın meclisinde bir-iki Ermeni milletvekili varmış, dilekçe vermişler:

“Anadolu’da müslümanlar 1915 yılında Ermeniler’e soykırım yaptılar, buraya bir anıt dikilsin! 

Mecliste bunun için bir plaket konulsun…”

Karar vermişler...

Bunun hiç aslı esası yok! Yani aslı esası varsa bile gerçeği şöyle izah etmek lazım:

Bizim dedelerimiz 1071’de Malazgirt’te Romanes Diyojenes’le savaştıktan sonra Anadolu’yu fethettiler ama her zaman faziletli davrandılar. Zayıfın yanında yer aldılar; herkes sevdi, kucak açtı, “Buyurun, gelin!” dedi. Hatta İstanbul’un fethinden önce İstanbul’un içinde yaşayan papazlar; “İstanbul’da kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederiz…” dediler. Çünkü Latinler Haçlı seferi tertipleyip İstanbul’a gelip Kudüs’e doğru gittikleri zaman katliamlar yaptılar. Tuna vadilerinde yahudileri öldürdüler. Şehirlerde cayır cayır yaktılar. Antakya’da zulüm yaptılar, çolukları çocukları öldürdüler, Kudüs’te katliam yaptılar. O zaman Bizans Türkler tarafından henüz fethedilmemişti. Bizans’ı da soyup soğana çevirdiler. Bir müddet oraya da hâkim oldular, sömürdüler, sonra gittiler. Ahali diyor ki;

“Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederiz.”

Zulmü onlar yaptı! Antakya katliamı çok meşhur! Hatta Haçlı komutanlarının çocukları öldürüp kızarttıklarını, pişirip yediklerini kendi yanlarındaki papazlar hatıra defterine yazmışlar. Bunlar biliniyor! Mâsum çocukların etini “İnsan eti, müslüman eti çok da tatlı oluyor…” diyerek yediklerini kendi papazları yazıyor.

Türkler yazsa “Acaba yanlış mı?” denilir…

Ben Almanya’da arkadaşlardan duydum. Bir Alman diyor ki; “Ben müslüman öldürmeyi çok severim, şu tüfeğimle kaç tane müslümanı öldürdüm…” İftihar ediyor.

Biz mazlum milletiz. Bizim dedelerimiz, biz eğer azınlıkların niyetine sahip olsaydık da bu kadar hunhar, gaddar olsaydık bunları öldürseydik, yedi asır sekiz asır bizim maiyetimizde yaşayan azınlıklardan kimse kalmazdı! Baskı yapsaydık da kalmazdı. Herkes kızını Türk’e verecek, Türk’le evlendirecek falan deseydik, din hürriyeti de sağlamasaydık ne Ermeni kalırdı, ne Rum, ne Sırp, ne Bulgar kalırdı! Biz bunların hepsine din hürriyeti, vicdan hürriyeti, çalışma hürriyeti verdik; çalıştılar.

Kayseri’nin eşrafı bilir, Ankara eşrafı bilir; en zengin mahallelerdeki en büyük konaklar Ermeniler’indi.

Vezirlik verdik; Marko Paşa’yı vekil yaptık, bakan yaptık, hariciyede görevlendirdik.

Yedi asır bizim aramızda yaşadılar. Demek ki biz kan dökücü değiliz, demek ki soykırımı yapmıyoruz.

Ama eğer onlar Yunanlı İzmir’e asker çıkarttığı zaman fırsat bu fırsattır diye Maraş’ta, Antep’te, Erzurum’da katliam yapmışsa -ki toplu mezarlar açılıyor, o Ermeni mezaliminin resimleri var, Ruslar’a önderlik edip de Ruslar’ın istilasında kılavuzluk yapmışlarsa- elbette o zaman kendileri işi başlatmış oluyorlar.

Mazlum olan biziz, zalim olan kendileri.

Ustalık yapıyorlar, gerçekleri çarpıtıyorlar. Usta hırsız ev sahibini bastırıyor.

Sevgili kardeşlerim!

Onun için bunları da söylememiz lazım. Hatta ben kardeşlerimden rica edeceğim, bu Ermeni mezalimine ait kitapların hiç olmazsa birer tanesini, kendisini veya fotokopisini bizim buraya acele göndersinler de buradaki ilgililere verelim. Her çeşit neşriyatı, kütüphanelerden araştırsınlar, gerçeklerin ortaya çıkmasına çalışalım.

Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfte ne buyuruyor?

Resûlullah’ı görmeden ona iman etmek, o imanı da cihana yaymak için efendice bir ikna yoluyla İslâm’ı yayma çalışması yapmak çok güzel bir şeydir.

Ecdadımızdan Allah razı olsun.

Mesela Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendimiz derdi ki; “Ben Arnavutum. Osmanlılar’dan Allah razı olsun, Osmanlılar Arnavutluk’a geldiler…”

Biliyorsunuz Fatih Sultan Mehmed zamanında oralara gidildi.

“Osmanlılar İslâm’ı tanıttılar, müslüman olduk. Osmanlılar gelmeseydi biz belki batıl inançta yaşayıp batıl bir yolun yolcusu olduğumuz için ebedî cehennemlik olarak ölüp gidecektik. Allah razı olsun.” diyordu. Arnavut olduğunu söylüyordu.

Mehmet Âkif söylüyor; babası İpekli. Arnavutluk’ta İpek diye şehir var oralı, annesi Buharalı. Anne tarafından Buharalı ama babası tarafını söylüyor: “Ben ki Arnavut’um…” diyor.

Biz tatlılıkla tebliğ etmişiz. Macarlar’dan, Ermenilerden, yahudilerden kendiliğinden müslüman olanlar var. Ben, yahudi olup da müslüman olduktan sonra Peygamber Efendimiz’e güzel şiirler yazanları dinî edebiyat tarihimizden biliyorum. Allah razı olsun, güzellikle İslâm’ı yaydılar.

Yavuz Selim ahaliyi zorla müslüman yapmak isteyince şeyhülislâm karşı çıktı:

“Olmaz! Gerçek bellidir. Doğru yol eğri yol bellidir; zorlamayla olmaz. İsteyen isteğiyle müslüman olsun.” dedi.

Bunun âbidesini dikmek lazım!

Elçilerimiz, Ermeniler’in hücumuna uğrayıp öldürülmüşse, padişahımıza Osmanlı zamanında suikast yapılmışsa, şehirlerde komiteler müslümanları öldürmüşse bunlardan mazlum olan biziz.

Biz hiçbir şey yapmadığımız halde ne yapıyorlar?

Ermeni mezalimi anıtı dikiyorlar.

Kendilerinin zulümlerinin anıtını diksinler! Ruslarla bir olup kestikleri müslümanları düşünsünler, utansınlar, yerin dibine geçsinler.

Yunanlılar Batı Anadolu’da hamile kadınları öldürüp karnından bebeği süngünün ucuyla çıkartıp kaldırıp gösterdiler! Biz bunları bahis konusu yapmıyoruz.

Bizim bir anıt koymamız lazım ve süngünün ucunda bir bebek heykeli dikmemiz lazım ki onların ne kadar zalim olduğu anlaşılsın!

Biz İslâm’ı güzel algıladık; Allah’ın rızasını düşündük, kimseye zulmetmedik, elhamdülillah. Ecdadımıza dualar ediyoruz, ruhları şâd olsun. Çok temiz insanlardı.

Burada televizyonda sormuşlar. Gelibolu’ya gitmiş olan İngiliz savaşçı demiş ki; “Çok yanlış bir iş yaptık; dünyanın en asil milletine, en asil askerine karşı çarpıştık, haksızdık. Biz onlara kötülük yaptık, onlar bize iyilik yaptı!”

Sevgili kardeşlerim!

Gelibolu’da 250 bin veya 500 bin kişi kadar şehit edildiğimizi biliyor musunuz bilmem.

Onun için ne yapmamız lazım?

Mü’min olmamız lazım, biz bu imanın ücretini canlarımızla ödedik. Dedelerimizin bize bıraktığı şehadet bayrağını, İslâm’a hizmet sancağını yine elimizde tutmamız, çalışmamız lazım.

İnsanları güzel güzel hak yola çağırmamız lazım.


M. Es'ad Coşan

5 Mayıs 2015 Salı

Kazanmak mı? Kaybetmek mi?

Rahatlık, mutluluk, sevinç, neşe! Biz insanların bu dünyada aradığı veyada yaptığımız bütün işlerde yolun sonunun bu saydığım başlıklara çıkması için uğraşırız ama sonuç her zaman aynı olmaz. Hastalık, huzursuzluk, bitmek bilmeyen üzüntü, dertler ve daha ekleyebileceğimiz bir sürü başlık.

Birde bu saydığım başlıklar içinde nasıl yaşadığını bilmeyen hayatını menfaatler üzerine kurmuş veya yapısında menfaat olması karşılık olmadan olmaz diyenler var. Onlara kimsenin diyeceği bir şey yok.

İnsan dünya hayatındaki hatta kainatın en mükemmeli ve en şerefli varlığıdır. Bireysel olarak bu yazı okuyan kişi 5 dk düşünsün. Dünya bomboş, kasvetli hava yerine günlük güneşlik bir hava, hadi havayı senin istediğin seviye olsun üstüne üstülük yanına istediğin insanları getir, istediğin yaşam tarzı, ne varsa istediğin gibi.

Ne Sonuç çıktı ?

Sonuç bildiğimiz gibi 100 yıllıkta olsa canlıdan cansıza sonu olan bir mekanda olduğun için bitmesini istemediğin bir hayat ama maalesef bu mümkün değil.

Dünyayı kazançlı hale getirmek için ne gerekli, kaybetmek yerine sayılan üzüntü veya dertler sıkıntılardan nasıl sıyrılacağız. Hüzün ve duygularımızın yoğunluğu veya fıtratımız gereği insan üzerindeki psikoloji yaşantısındaki etkenlere göre değişiklik verebilir ama herne olursa olsun kazanmak mı? kaybetmek mi? diye düşünmeceğin %100 kazancın reçetesini Merhum Değerli Hocamız Mahmud Es'ad Coşan'dan okuyalım.

Sevmek çok güzel , çok tatlı, çok faydalı bir duygudur; dermansızı ihya kılar, huzursuzu, müsterih ve bahtiyar eder; insana iksir gibi, vitamin gibi, yarar, muazzam bir gayret ve şevk verir, içini enerji doldurur, zor şartlara sabır ve tahammül ettirir, azmi artırır gayeye varmada sebatkar eyler; hayatta her işinde üstün başarılı olmasını sağlar.

Hele sevgi, güzellerin en güzeli, her türlü kemal ve cemalin sahibi, her cins güzelliğin mucidi ve cümle güzelliklerin halıkı, alemlerin Rabbı Allahü taala hazretlerine karşı olursa...

Hayattaki en büyük kazanç ve başarı marifetullaha ve mahabbetullaha erebilmek ve böylece de Allahü teala hazretlerinin sevgisini ve rızasını kazanabilmektir. En büyük insan, Allah'ı en çok seven ve O'nun tarafından en çok sevilen insandır.

Kur'an-ı Kerim'de:

"Eğer Allah size yardım ederse, hiçbir kimse size galip olamaz (sizi yenemez, mağlup edemez); eğer sizi hizlana duçar ederse (yardımsız bırakır, desteğini çeker, terk ederse) artık o zaman size, O'nun yardımı olmaksızın, kim yardım edebilir?!!" buyuruluyor.

Yani yardım, zafer, galibiyet, nusret, avn ü inayet, hıfz u himaye, izzet ü şevket, hakimiyet, satvet ü saltanat Allah'dandır. O'nun lütfu, ikramı ve ihsanıdır; O'nun izni, takdiri, müsaadesi, iradesi olmadan olmaz: Çünkü mülkün (egemenliğin) sahibi, kainatın, hadisatın ve şu(natın halıkı, alemlerin müdebbir ve mutassarrıfı, olanı olduran, öleni öldüren, ateşi yandıran söndüren, insanları kaldıran indiren, ikbal ve idbarı, izzet ve zilleti alan ve veren sadece ve sadece O'dur. Bunun için bizler, namazlarımızın Fatiha surelerinde günde en aşağı 40 defa "Ancak sana ibadet ederiz, ancak Senden yardım dileriz, ya Rabbi"deriz.

Demek ki müslüman topraklarında yani Kafkasya'daki, Hindistan'daki, Almanya'daki, Seylan'daki, Somali'deki, Filistin'deki, Suriye'deki, Irak'daki... acı ve feci olaylar, katliamlar, vahşetler, dehşetler de Allah'tandır. Kesinlikle O'ndandır çünkü biliyor ve dilimizle söylüyoruz ki. "Hayrihi ve Şerrihi minallahi te(la": "Kaderin, mukadderatın başımıza getirdiği cümle işler, ister hayr ister şerr görünümünde tecelli etsin, hepsi Allah'tandır."

Ama niye bu felaketler?

Çünkü müslümanlar genellikle dinlerinin özünün unuttular, ana hedeften saptılar, dinin emirlerini korkunç bir umursamazlıkla ihmal ettiler, şeriatın yasaklarını fütürsuzca çiğnediler; kafirler gibi dünyaya daldılar; ahireti unuttular, fani ve boş, faydasız ve gereksiz şeylerle oyalandılar; küçük dünyevi menfaatçilerle tatmin oldular; "İslam kardeşliği"nin gereğini yapmadılar, birbirleriyle birleşip yardımlaşmadılar; aksine birbirleriyle didiştiler, tefrikaya düştüler, yanlış reisler edindiler, politikada başlarındaki hain ve zalimleri desteklediler, emr-i maruf, nehy-i münker, irşad ve tebliğ vazifesini ihmal ettiler; alimlerin ve mürşidlerin sözlerini tutmadılar, onlara karşı geldiler, asi oldular, tasavvufu reddedip küstahlık yaptılar; masiva'yı sevdiler, marifetullah ve mahabbetullahı tahsile çalışmadılar, kainatın halikı yüce Allah'ın dostluğunu kazanmada gayret göstermediler...

Bunlar İslam ahkamı ve prensipleriyle taban tabana zıd durumlar; İslam bu, zamane müslümanlarının zihniyetlerinde, yaşantılarında ve hareketlerinde, görülenden çok farklı, çok değişik bir hayat tarzı... "Eyne s-ser( minessüreyya" nerde bu yerdeki toprak; nerde semadaki Süreyya yıldızı!?!

Müslümanlar işte bunun için Allah'ın sevgisini, lütfunu, yardımını, desteğini kaybettiler; kahrına, gazabına uğradılar, ceza ve bela çekmekteler..


Çare ne?


Tek ve yegane çare, tekrar öz ve has, tam ve halis İslam'a dönmek, bozuk ve dejenere zamane müslümanlığından kurtulup, sahabe müslümanlığına sarılmak; isyanı bırakıp Kur'an'a sarılmak, haramları ve günahları derhal terk edip, aşk ve sıdk ile tevbe-i nasuhlar eylemek, pişmanlık ve zari ile istiğfar edip, afv dilemek, sadakatlar verip, adaklar adayıp, hayırlar yapıp, Allah'ın rızasını tekrar kazanmağa çalışmak; dinin emirlerini ihl(sla tutup yasaklarından titizlikle kaçınmak; pasif müslümanlıktan sıyrılıp, aktif ve faal müslüman olmak; ahireti sevip, cenneti arzulamak, dünya sevgisini bırakıp cehennemden şiddetle sakınmak; zikrullaha cehd edip seyr-i sülükü tamamlamak, arif-i kamil, aşık-ı sadık ve mühibb-i muhlis haline gelmek.. yani böylece davranış ve yaşayışını tashuh ve tadil ederek Allahu te(l( hazretlerinin sevgi ve rızasını elde etmek...

Çünkü iki cihan saadet ve sel(metinin sebebi, temeli, aslı ve kaynağı sadece ve sadece budur.