Bu noktaya değindikten sonra şunları söyleyebiliriz: Semavi kitapların talimatı, geçmişteki peygamberlerin durumu, çeşitli çağlarda ortaya çıkan din, mezhep ve
akidelerin mahiyeti, eski İnsanlar, kavimler ve medeniyetlerin tarihî, siyaset, cemiyet ve iktisadın karmaşık meseleleriyle ilgili olarak bir ümminin dilinden çıkan sözler vahiy'den başka bir şey değildir. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) azıcık okuma yazma bilebilseydi3[1] yakınları ile çevresindekiler O'nun herhangi bir zaman eline bir kitap aldığını, araştırma yaptığını görmüş olsalardı, kâfir ve batıla inananlar belki de diyebilirdi ki, yukarıda bahsettiğimiz konular hakkında belirli bazı bilgiler toplamıştır. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)in ümmiliği, bu gibi ihtimalleri tamamıyla ortadan kaldırmış oldu.
[1] Kuran-ı Kerîm'in Rasûl-u Ekrem'in Ümmî olduğunu açıkça ifade etmiş olmasına rağmen, bazı kimselerin kendisini okuma yazma bilen bir kişi olarak göstermekte ısrar etmeleri doğrusu şaşılacak bir tutumdur. Gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin lehinde bir delil olarak Kuran-ı Kerim'in ileri sürdüğü husus, O'nun ümmi olmasıdır. İşin tuhafı, Müslümanlardan bazı kimseler de Hz. Muhammed'in okumuş bir kişi olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Bu iddianın halinde ileri sürülen bazı asılsız ve uydurma rivâyetler hemen ilk bakışta reddedilecek mahiyettedir. Bir kere, Kur'an gibi Allah'ın kelâmı ortada
dururken ve bu ilâhî kitab tam aksi bir iddiada bulunurken, kaynağı meçhul rivâyetlere inanmak abestir. Ayrıca bu rivayetler de oldukça zayıf ve gülünçtürler. Bu rivayetlerden biri Sahih-i Buhari'de geçiyormuş. Buna göre Hudeybiye Anlaşması kaleme alınırken Mekke'li kâfirlerin Hz. Muhammed'in ismine "Rasûlullah" kelimesinin eklenmesine itiraz ettiği, bunun üzerine Hz. Peygamber'in kâtibine (Ali'ye), "peki, Rasûlullah kelimesini karalayıp Muhammed bin Abdullah yaz" diye buyurduğu, Hz. Ali'nin bu kelimeyi karalamakla tereddüt etmesi üzerine Rasûlullah'ın ondan kalemi alıp bu sözleri sildiği ve (Muhammed bin Abdullah) ibaresini yazdığı belirtiliyor.
Ancak bu rivayet Ber'a bin Âzib'in ağzıyla Sahih-i Buhari'de dört yerde ve Sahih-i
Müslim'de iki yerde geçmiştir ve her yerde kullanılan kelimeler değişiktir:
1.) Buhari'nin "Kitabüs-Sulh" de bir rivâyetin inceleme ve sözleri şöyledir: Hz.
Peygamber, Hazreti Ali'ye, bu kelimeleri karalayın dedi, Hz. Ali arz etti, "ben bu kelimeleri karalayamam". Nihayet Hz. Peygamber bu kelimeleri karaladı.
2.) Aynı kitapta bir başka rivâyet vardır: Sonra, Ali'ye dedi, "Rasûlullah"! silin. O
dedi ki, vallahi isminizi hiçbir zaman silmeyeceğim. Nihayet Hazreti Peygamber (a.s.) yazıyı alıp şu ibareyi yazdı. "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın yaptığı anlaşmadır".
3.) Üçüncü rivâyet yine Ber'a bin Azib Buhari, "Kitabul-Cizye" de yer almıştır.
Sözleri şöyledir: Rasûl-ü Ekrem, kendisi yazamadı. Buyurdular ki ey Ali, "Rasûlullah'ı karala. Ali arz etti, vallahi bu kelimeyi hiçbir zaman silmeyeceğim. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine bu kelimelerin bulunduğu yeri göstermesini istedi. Ali (r.a.) o yeri gösterdi. Ve Hz. Peygamber o ibareyi kendi eliyle karaladılar.
4.) Dördüncü rivayet, Sahih-i Buhari, "Kitabül Meğazi" de yer alıyor. Anlatılanlar
şunlardır: "Bunun üzerine, Hz. Peygamber o yazıyı aldı ve kendisi yazmayı bilmemesine rağmen şu kelimeleri yazdı: "Bu muahadeyi Muhammed bin Abdullah yapmıştır."
5.) Yine Ber'a bin Azib'in Sahihi Müslim, "Kilabul-Cihad" da yer alan rivâyetine
göre; Hz. Ali'nin hayır demesi üzerine Hz. Peygamber eliyle "Rasûlullah" kelimesini sildi.
6.) Aynı kitapla Ber'a bin Âzib tarafından şu rivayet nakledilmiştir: Hz. Ali'ye dedi ki, "Rasûlullah kelimesi nerdedir, bana göster." Hz. Ali o yeri gösterdi ve Hz. Peygamber onu silerek, "Abdullah oğlu" yapıverdi. Rivâyetler arasındaki bu tutarsızlık gösteriyor ki, aradaki râviler, Ber'a bin Azib'in sözlerini doğru nakledemediler. Bu sebeple bunlardan hiçbirine itibar edilemez. Hazreti Peygamber'in anlaşma metnine kendi eliyle "Muhammed bin Abdullah" kelimesini yazdığı kesinlik kazanmamıştır. Belki de asıl vaziyet şöyle idi:
Hz. Ali'nin metindeki "Rasûlullah kelimesini silmeyi reddetmesi üzerine Hz. Peygamber, Ali'den o kelimenin yerini öğrenip onu kendi eliyle karaladı. Daha sonra Ali'nin veya başka bir kâtibin oraya "Abdullah oğlu Muhammed" ibaresini yazmasını sağladı. Bazı rivayetlere göre anlaşma iki kâtip tarafından hazırlanmıştı. Biri Hz. Ali ve diğeri Muhammed bin Mesleme (Bk: Fethul Bâri, c. 5, s. 217) Bu sebeple, pek mümkündür ki bir kelimeyi bir kâtip yazmayınca, bu işi başka bir kâtip yaptı. Bu arada, bir başka rivayet de Hz. Nebî (a.s.)'nin okumuş olduğu lehinde ileri sürülüyor. Bu rivâyeti Mücahid'den İbni Ebi Şeybe ve Ömer İbni Şeybe nakletmişlerdir. Bunun sözleri şöyledir: Rasûlullah (as.) vefâtından önce okuma yazmayı öğrenmişlerdi. Fakat unutulmamalıdır ki bu rivâyetin kaynağı çok zayıftır ve doğruluğu da şüphelidir. Nitekim, İbn-i Kesir şöyle diyor: "Bunun aslı zayıftır". Sonra, Hazreti Peygamber (a.s.) ömrünün sonlarına doğru da olsa, okuma yazmayı öğrenmiş olsaydı, bu haber bir anda her tarafa yayılır ve bundan herkes haberdar olurdu. Şüphesiz Ashab-ı Kirâm bu hadiseye büyük ehemmiyet verirlerdi ve pek çoğu, Hazreti Peygamber'in kimden, ne zaman ve nasıl okuma-yazmayı öğrendiğini rivayet ederlerdi. Ne var ki böylesine önemli bir olay ile ilgili rivayet sadece Hz. Avn bin Abdullah'a atfediliyor ve ondan Mücahid bize nakletmiştir. Sonra şu nokta da göz önünde bulundurulmalıdır ki Avn bin Abdullah bir sahabe değil tabiindendir. Avn bin Abdullah'ın, Hz. Peygamber'in okuma yazmayı öğrendiğini hangi sahabeden haber aldığı da sabit değildir. Dolayısıyla, bu gibi zayıf ve güvenilmesine imkân
bulunmayan rivayetlere dayanarak Kuran-ı Kerim'de beyan edilen ve belgeler ile yaşanan olaylardan sabit olan bir gerçeğe göz yumulamaz. Mevdûdi. meziyet ve kabiliyetlere sahip olması, akıl ve mantık sahibi her insan için zaten peygamberliğinin en büyük delilidir. Dünyada tarihî kişilerden hangisinin durumunu araştıracak olursak, yaşadığı çağ ve çevre ile o zamanki şartların onun yetişmesinde büyük rol oynadıklarını görürüz. Fakat Hz. Peygamber (a.s.) kendi çağı veya çevresinin ürünü değildi. O'nun kişiliğindeki ani ve büyük değişiklik ve devrimin, mutlaka ilâhi bir menbaı ve kaynağı vardı. Bu nedenle, yukarıdaki âyette Hazreti Muhammed (a.s.)in kişiliği parlayan bir delile benzetilmiştir. O'nun kişiliği aslında bir değil, bir çok delilin toplamıdır. Cahil biri bu delilleri göremiyorsa görmesin. Ama ilim, akıl ve mantık sahibi kimseler bu delilleri görür görmez, bunların ancak bir peygamberin şanına lâyık olduğuna can-ü gönülden inanmışlardır. Şu âyete bakın: "Bunlar diyor ki, neden bu insana Allah tarafından delil ve işaretler indirilmedi. De ki: "Delil ve işaretler sadece Allah'ın indindedir. Dense sadece uyarıcıyım, açık seçik (haber vermek için görevlendirilmişimdir). Ve bu (delil) bunlara yetmiyor mu? Biz sana kitap gönderdik. Bu (kitap) kendilerine okunuyor. Aslında, bunda, iman edenler için rahmet ve nasihat vardır." (Ankebût; 50-51)
Burada demek isteniyor ki, Hz. Peygamber bir ümmî olmasına rağmen, kendisine Kur'an-ı Azimüşşan gibi bir kitabın gönderilmesi bir delil değil midir? Zâten bu kendi başına öyle bir Mu'cizedir ki herkes Hz. Muhammed (a.s.)in peygamberliğine inanabilir. Bundan sonra başka bir Mu'cizeye ne hâcet vardır? Geçmişte gösterilen Mu'cizeler âni ve geçiciydi. Halbuki bu Mu'cize her zaman iman sahiplerinin yanında bulunacaktır. Bu kitap her gün ve her zaman Peygamber tarafından çevresindekilere okunuyor ve anlatılıyordu.