Bu Blogda Ara

Hz. Peygamberin Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Peygamberin Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî'lerin İleri Sürdüğü Bir Başka İddia 2

Şimdi soru şudur:

Eğer Ahzâb suresinde geçen söz ve anlaşma kelimesine herhangi bir açıklık getirilmemişse, bu açıklık niçin sadece tek tip bir söz veya anlaşma ile getirilmeye çalışılıyor? Madem ki bu cümle veya âyette bir boşluk vardır, bu boşluk neden illâ Âl-i İmran sûresinin 9. rükûsuyla doldurulmaya çalışılıyor?


Neden başka söz ve anlaşmalar değil de illâ bu sözden bahsediliyor? Neden? Şimdi biri kalkıp da bana dese ki, böyle yapmanın sebebi, her iki yerde nebilerden ahit ve söz alınmasıdır, o zaman ben derim ki, ümmetlerden alınan diğer söz ve taahhütler kendilerinden doğrudan alınmamıştır ve bu iş daima peygamberler vasıtasıyla yapılmıştır, Her peygamberden alınan sözün de genellikle Kitabullah'a iyice sarılmaları ve talimatına uymalarıyla ilgili olduğu apaçık ortadadır. Bir üçüncü delil de Ahzab suresinin metninin gelecek bir peygamber ile ilgili olması olabilirdi. Yani sûrede üzerinde durulan ana konu, gelecek bir peygambere iman etmek ve itaat etmek olabilirdi. Ne var ki durum burada tamamıyla değişiktir. Hatta tam tersine sûrenin metni başka konularla ilgilidir. Ahzab sûresi şu sözlerle başlıyor: "Ey Peygamber, Allah'tan kork. Kâfir ve münafıklara itaat etme. Muhakkak ki, Allah Alim'dir. Hakim'dir. Rabbinden
sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır". (Ahzab; 1,2)


Daha sonra verilen emir, Cahiliyyenin bir simgesi olarak evlâtlık konusunda süregelen bütün batıl itikat ve evhamlardan arınmaları ile ilgilidir. Sonra, kan bağlarının dışında en büyük ve saygı duyulan bağın, peygamber ile mü'minler arasındaki ilişki olduğu vurgulanıyor. Bu öyle bir bağdır ki bunun yüzünden peygamberlerin karıları, onlara anneleri gibi haramdır. Allah'ın kitabı açısından bu bağın dışında bütün diğer ilişkiler medeni sayılır ve özellikle verasetle ilgili konularda saygıya değer addedilirler. Bu emir ve hükümlerin verilmesinden sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (a.s.)'e diğer bütün peygamberlerden aldığı vaad ve taahhüdü hatırlatıyor. Aynı taahhüdün kendisinden de alındığını belirtiyor (!) Şimdi sağduyulu bir kişi, bu metinden, gelecek bir nebiye itaat edilmeleri gerektiği anlamını çıkarabilir mi? Bu metinden ne münasebetle, gelecekte başka bir nebiye iman edilmesi ahkâmı çıkarılıyor? Bu hususla en
makul yol geçmişte ve diğer âyetler ile sûrelerde belirtilen söz ve taahhüde bakmaktır. Ve bu vaad ve taahhüd gayet tabii ki, bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)'den de, Kitabullah'a sarılması, taraftarlarının Allah'ın emir ve
buyruklarına uymaları ve bu talimatı başkalarına yaymaları hakkındadır. 


Nitekim, bundan sonra görüyoruz ki, Allah, Hz.Muhammed (a.s.)'e evlâtlığı Hz. Zeyd bin Harise'nin boşadığı karısıyla evlenip cahiliyyenin batıl inançlarına son vermesini emrediyor. Çünkü eski inançlara göre evlâtlıklar, öz evlât sayılırdı. Hz. Peygamber'in bu husustaki girişimi kâfir ve münafıkların hücumuna uğramasına sebep oldu. Bu tenkit ve hücumları Allah Teâlâ şu deliller ile şiddetle reddetti:

1) Bir kere, Muhammed (a.s.) hiçbir erkeğin babası değildir, bu sebeple, onun boşadığı karısının kendisine haram olması diye bir kural yoktur.
2) İkincisi, adı geçen kadının Hz. Peygamber için helâl olmasına rağmen kendisiyle evlenmemesi gerektiği görüşü de pek geçerli değildir; çünkü, kendisi Allah'ın Rasûlü olduğu için, Allah'ın ortadan kaldırmak istediği batıl itikat ve
ananeleri öncelikle O kaldırmalıdır.


3) Bunu yapması, sadece Allah'ın Rasûlü olmak itibariyle değil aynı zamanda peygamberlerin sonuncusu olması bakımından gerekiyordu. Cahiliyyenin yanlış inanç ve geleneklerine kendisi son vermezse, kendisinden sonra herhangi bir nebi gelmeyeceği için kimsenin gücü buna yetmeyecekti.


Şimdi elimizde bulunan bu metni daha evvelki metinlerle birleştirerek okumaya ve incelemeye çalıştığımızda, Hz.Peygamber (a.s.)'den sonra gelecek herhangi bir peygambere iman etmesi konusunda kendisinden ve ümmetinden herhangi bir söz ve taahhüt alınmadığını anlamış olacağız.

Buradaki metin ve işlenen konu gösteriyor ki kendisinden ve ümmetinden belki de her konuda söz alınmış olabilir, ama gelecek bir peygambere bağlılık konusunda asla! Şimdi dikkat edeceğiniz gibi, Ahmediler veya Kadıyanî’lerin ileri sürdükleri Kur'an'ın tefsiri için ancak üç şey dayanak olabilirdi, ama bu dayanaklar yoktur. Halta yukarıda belirtilen dayanak veya deliller Ahmedîlerin
iddialarını reddeder mahiyettedir. Bu sebeple, onlarda dördüncü bir delilin olup olmadığını öğrenmelisiniz. Eğer yoksa, ki muhakkak yoktur, o zaman teslim etmelisiniz ki, âyetlerden çıkardıkları anlam ya cehalete dayanıyor ya
dalâlete. Onlar Allah'tan korkmadan kullarını doğru yoldan saptırmaya çalışıyorlar. Mirza Gulam Ahmed gerçekten "peygamber" ise, "sahabeleri" ve yakın arkadaşlarının dönemi henüz geçmemiştir ve kendisi de sağdır. Fakat görüyoruz ki,

Kitabullah'tan yanlış anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor ve bizzat kentli "ümmeti" arasında Kur'ân-ı Kerim'in âyetleri çelişkili biçimde yorumlanıyor ve açıklanıyor ve ne kendisinden ne de "ümmetin"den tek bir ses çıkmıyor. Bu nasıl bir peygamber ve bu nasıl bir "ümmet”tir?

Gelecek Konu: Nübüvvet'in Sona Ermesiyle İlgili Ayette Varolan Üç Delil

16 Aralık 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî'lerin İleri Sürdüğü Bir Başka İddia

Soru: Tefhim'ul Kur'an adlı eserinizde s. 268'de Âl-i İmran sûresinin "ve ehaz Allahu misaka n'nebiyyin..." ayetini açıklarken şöyle diyorsunuz: "Burada şu hususu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki her
peygamberden bu söz alınırdı ve buna dayanarak her peygamber kendi ümmetine müstakbel nebi hakkında bilgi verir ve ona itaat etmesini islerdi. Ama ne Kur'ân-ı Kerîm'de ne hadis'te Hazreti Peygamber (a.s.)'den benzeri bir söz alındığına dair bir kayıt bulunmuyor. Buna ilâveten, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi ümmetine gelecek bir peygamber hakkında bilgi verdiğine veya ümmetinin ona itaat etmesini istediğine dair de herhangi bir kayda rastlanmıyor." Bu ibareyi okuduktan sonra söylediklerinizin doğru olduğunu düşündüm. Fakat Ahzab suresinde bir anlaşma ve sözden bahsedilmekledir.



Şöyle ki, "ve iz ehazna minennebiyyine misâkahüm ve minke ve min-Nûhin..." Burada "minke" kelimesiyle Hazreti Peygamber'e hitap edildiği kesindir. Ve burada Al-i İmran suresinde bahsedilen söz ve taahhütten söz edilmiştir. Bu
itibarla, gerek Al-i İmran gerekse Ahzab surelerinde söz veya taahhüt kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Bu söz ve vaad tıpkı diğer peygamberlerden alınan söz ve vaad gibidir. Yani aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)'dan da alındığını söylememiz daha doğru olacaktır. Bu sual aslında Ahmedîlerin bir kitabını okuduktan sonra aklıma gelmiştir.

Cevap: "Ve iz ehazna min en-nebiyyine misâkahüm ve minke ve min Nûhin..." âyetinden Ahmediler samimiyetle yukarıda belirtilen şekilde anlam çıkarmaya çalışıyorlarsa gerçeklen saf ve hiçbir şeyden haberleri olmadıklarını söyleyebilirim. Fakat bu sakat fikri bile bile ve Müslümanları
kasten kötü yola sevk etmek maksadıyla ileri sürüyorlarsa, karanlık emellerinin bir delilidir. Bu adamlar bir yandan Al-i İmran suresinin "ve iz ehazallahü misâkan-nebiyyin..." ayetini alıyorlar ki, bu ayette peygamberler ile ümmetleri arasında müstakbel peygamber için geçen konuşma ve ahitten bahsediliyor ve diğer yandan yukarıda zikredilen Ahzab suresinin ayetini ele alıyorlar ki, bundan başka peygamberlerin yanı sıra Hz. Peygamber (a.s.)'dan da bir sözün alınmasından söz ediliyor. Sonra, ikisini birleştirip kendileri tarafından üçüncü bir anlam çıkarmaya çalışıyorlar.

Yani, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan da gelecek bir peygamber ile ilgili söz alındığını ve bu peygamberi teyit etmesi istendiğini iddia ediyorlar. Oysa, müstakbel nebi hakkında söz ve taahhütten bahsedilen ayette, Allahu Teâlâ,
aynı sözü Hz. Muhammed (a.s.)'dan da aldığını söylemiyor.

Diğer taraftan, Hz. Muhammed (a.s.)'dan da bir söz alındığı bildirilen ayette, bu sözün gelecekteki bir peygamberle ilgili olup olmadığı anlaşılmıyor. Şimdi aklımıza gelen sual şudur: Bu iki ayrı metin ve konudan, Kur'ân-ı Kerim'de hiç kaydı bulunmayan bir üçüncü konu ve anlam hangi mantığa ve esasa dayanılarak çıkarılmıştır. Olsa olsa bunun için üç dayanak olabilirdi. Şöyle ki, bu âyetin indirilmesinden sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bütün sahabeyi kirâm'ı toplayarak diyecekti ki: "Ey iman sahipleri, Allahu Teâlâ benden sonra bir
peygamber daha gönderecektir ve bu peygamberi teyit etmem ve desteklemem için Allah benden söz almıştır. Böyle bir peygambere iman etmem gerekliği için siz de benim ümmetim olarak ona itaat edecek, onun emrine tabi olacaksınız." Fakat hadis-i şeriflerin tümüne baktığımızda böyle bir açıklamaya hiç rastlamıyoruz. Aksine pek çok hadisler vardır ki, Hz.Muhammed (a.s.)'in peygamberlik silsilesini noktaladığı ve kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini açıkça belirtmektedir. Şimdi, Hz. Muhammed (a.s.)'dan bu kadar
önemli bir söz alındığına ve kendisinin bunu bu şekilde unuttuğuna ve hatta ümmetinin gelecek bir peygambere iman etmesini engelleyecek bir takım sözler söylediğine inanabilir misiniz? Bu hususta ikinci dayanak veya delil, Kur'ân-ı
Kerim'de peygamberler ve ümmetlerinden sadece tek tip sözün alınması olabilirdi. Yani alınan söz sırf gelecek nebilere iman edilmesi ile ilgili olacaktı ve başka bir şey ile ilgili olmayacaktı.

Böyle bir durumda belki de Ahzab suresinde de aynı sözden bahsedildiği iddia edilebilirdi. Ama ne var ki, bu delil de geçerli değildir.Zira Kur'an-ı Kerim'de sadece bir değil birçok anlaşma ve sözden bahsedilmiştir. Meselâ, Bakara Suresi'nin 10. rükûsunda İsrail Oğullarından Allah'a itaat ana babalarına iyi muamele ve aralarında kavga ve çatışmalardan kaçınmaları konusunda söz alınmıştır. Al-i İmran suresi, rüku: 19'da bütün ehli kitaptan, kendilerine indirilen kitabın talimatını saklamayıp başkalarına yaymaları hakkında söz alındığı beyan edilmiştir. A'raf sûresi, 21. rükûda İsrail Oğullarının, Allah adına hak'tan başka söz etmemeleri, Allah'ın verdiği kitaba sarılmaları ve talimatına uymalarını
taahhüt ettiklerinden bahsedilmiştir. Maide sûresi, rükû: l'de Hz. Muhammed (a.s.)'in taraftarlarına, Allah'a verdikleri söz hatırlatılmıştır. Bu söz de şu idi: "Siz Allah'ı dinleme ve ona itaat etme taahhüdünde bulunmuştunuz." 



Gelecek Konu: Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî'lerin İleri Sürdüğü Bir Başka İddia 2

10 Aralık 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Son Peygamber'den Sonra Nübüvvet İddiası 2

Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini bu şekilde tevil ve tahrif etme hünerini her halde, siz de Mirza Bey ve O'nun cemaatinden öğrenmişsinizdir. Sadece bu husus, Ahmedîlerin Allah'tan hangi ölçüde korktuklarını göstermeye yeter sanırız.


Doğrusu, Hazreti Peygamber Efendimiz'den sonra peygamberlik iddiasında bulunmaya cesaret edeni süzgeçten geçirirken kimse herhalde sizin beyan ettiğiniz usûl ve ölçüleri kullanmayacaktır. Bu tür iddialar evvelâ, Kur'ân ve hadis'in açık seçik buyrukları ışığında reddedilecektir. Zira hepsinde, Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği kesin bir ifade ile anlatılmıştır. Mirza Bey ve taraftarlarının, peygamberlik kapısının açık olduğuna dair ileri sürdükleri delilleri çok iyi bilirim. Fakat size hemen şunu söyleyeyim ki, onlardan ancak okuması yazması olmayan saf Müslümanlar etkilenebilirler. Okumuş veya bilinçli kişiler ise bu delillere sadece gülerler.

"Tercüman'ul-Kur'an"da Almanya'dan bir okur mektubu yayınlanmışsa, bu mektupta yer alan her şey ile mutabık olduğumuz anlamına gelmez. Bu mektubu yayınlamamızın amacı, yurdumuzdaki Müslümanları, Almanya'daki İslâm dinini kabul etmiş kardeşlerimize yardım etmeye teşvik etmekti. İslâm camiasına yeni yeni giren kişiler İslâm dünyasında ne gibi fitneler doğmakta olduğunu nereden bilebilirler? Bu saf ve samimi kişiler aslında İslâm denen her
şeye sarsabilir, susuzluklarını her kuyudan aldıkları suyla giderebilirler. Onlara İslâm'ı doğru şekliyle tanıtan kitap ve broşür vermek bizim görevimizdir. Yoksa onların kötü ve yanlış yola sapmaları işten bile değildir.


Soru: Cevabınızı aldım, maalesef tatmin olmadım. Ben sizin, "Allah Teâlâ bizzat, her yalancıyı cezalandıracaktır" yolunda söylediğiniz sözlerin ışığında size sormuştum ki, bütün Müslümanlar tarafından yalancı addedilen Mirza Gulam Ahmed Kadıyani'yi Allah neden yakalamıyor ve neden bu kadar uzun müddet Müslümanların doğru yoldan sapmalarına müsaade ediyor? Ben, Mirza Bey’in kaleme aldığı 25 kitabı eleştirisel açıdan incelemiş bulunuyorum. Ayrıca bu
kitapların reddi hakkında diğer Müslüman ulemanın kaleme aldığı eserleri de okumuş bulunuyorum. Fakat itiraf edeyim ki, bu mevzuda sizin herhangi bir kitabınıza rastlamadım.

Şimdiye kadar Mirza Gulam Ahmed aleyhinde yazılan kitaplara gelince, bunların çoğu sathi olup bunlarda Mirza Bey’in söyledikleri ve yazdıkları çarpıtılmaya çalışılmıştır. Hakikatte, bu konuya temas eden âlimlerin çoğu konuya vakıf
değildir, bilgileri de kıttır. Mirza Bey’in eserlerinden anladığım kadarıyla, kendisi, Hz. Peygamber'in büyük bir aşığıdır ve ona büyük bir saygısı vardır. İşte bu temele dayanarak Mirza Bey’in davasına yaklaştım ve uzun süreli inceleme ve
araştırmalardan sonra şu sonuçlara vardım: 

1) Mirza Gulam Ahmed'in iddiaları, Kur'an-ı Kerim veya hadis-i şeriflere aykırı
değildir. 


2) Mirza Gulam Ahmed'in peygamberliği, Hz. Muhammed'in şan ve şerifini azaltmaya yönelik değildir. Aslında, Mirza Bey, bütün feyzini Hz. Peygamber (a.s.)'den aldığını her zaman dile getirmeye çalışmıştır. Nitekim, bir şiirinde şöyle der:

İn çeşme-yi revân çün be-halk-i Hudâ dehem Yek katre-yi zi-bahr-i kemal-i Muhammed est. (Allah'ın kullarına verdiğim bu akan çeşme, Muhammed (a.s.)'in meziyet denizinin sadece bir damlasıdır)

Şimdi siz bana Mirza Bey'in iddialarını tekrar incelememi tavsiye ediyorsunuz. Siz Mirza Bey'in davasının aleyhinde Kur'ân-ı Kerim'den tek bir örnek gösterebilir misiniz?

Cevap: Doğrusunu söylemek gerekirse, siz tatmin olmak isteseydiniz pekâlâ tatmin olabilirdiniz. Dikkatinizi tekrar "Tercüman'ul Kur'an "da yazdıklarıma çekmek isliyorum. Benim orada yazdıklarım bana asılsız iftirada bulunanlarla
ilgiliydi. Ben orada Allah'ın takdirine inandığımı ve kendilerini mutlaka cezalandıracağını tahmin ettiğimi belirtmiştim. Ne var ki, siz bu sözlerimi bir nübüvvet iddiasına uydurmak istiyorsunuz. Peygamberlik iddiasının doğru olup olmamasının tek ölçüsünün de, iddia eden kişinin Allah tarafından cezalandırılması olduğunu kabul ediyorsunuz. Siz gerçekten
böyle saçma sapan bir şeye inanıyor musunuz? Sizce, dünyamızda cezalandırılan yalancı ve sahte cezalandırılmayan doğru ve gerçek bir nebi midir?

Mirza Gulam Ahmed'in peygamberlik iddiasında bulunduğundan bu yana 60 yıl geçtiği ve peygamberliğinin doğru olup olmamasını ölçmek için daha fazla beklemeye gerek olmadığı gibi gâyet mantıksız bir soruyu da tekrar
gündeme getiriyorsunuz. Şimdi siz kendiniz söyleyin sahte bir peygambere ne ceza verilmelidir? Sizce, gaipten bir el çıkıp yalancı peygamberin boynunun damarını mı kesmelidir? Size arz edeyim ki, bu ceza sahte peygamberlerden Müseyleme'ye de verilmemişti. Halbuki, bu adam, bizzat Hz. Peygamber (a.s.)
zamanında peygamberliğe talip olmuştu. Buna karşılık, Allah'ın gerçek peygamberleri olmalarına rağmen, Kur'ân-ı Kerim'de belirtildiği gibi, ümmetleri tarafından katledilen peygamberler için ne diyeceksiniz? Sizin mantığınıza bakılırsa bunlar sahte peygamberlerdi. Kur'ân-ı Kerim'de şu âyetlerini
herhalde görmüşsünüzdür. "Size benden evvel apaçık delillerle ve söylediğiniz şeyle peygamberler geldi. Eğer sözünüzde doğru idiyseniz onları niçin öldürdünüz (Al-i İmran; 183) ve "Ahitlerini bozmaları ile, Allah'ın âyetlerini inkârları ile, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile, 'kalplerimiz kapalıdır' demeleri, ile azaba müstahak oldular". (Nisa; 155)

Bu âyetlerin ışığında düşünce tarzınızda değişiklik yapmalısınız. Peygamberlik iddiası bu gibi hafif ve basit ölçülerle ölçülmez. Asıl yapılması gereken şey, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin ve sözlerinin Allah'ın kelâmı
ışığında incelenmesidir. O kişinin bütün geçmişi ve karakteri araştırılmalıdır. Eğer bu ölçüler o kişinin peygamberliğine gölge düşürü-yorsa demek ki kendisi de, davası da yalandır. Yukarıda bahsettiğim üç ölçüden son ikisi, zâten ilk
ölçüye uymayan bir peygamberlik iddiasını geçersi/, kılar ve bu ölçülerin bahis mevzuu edilmesine bile gerek duyulmaz. Zaten Kur'ân-ı Kerim ve sahih hadislerden, Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği sabit olduktan sonra, nübüvvet iddiasında bulunanın ne gibi bir dava ile ortaya çıktığı ve kendisinin ne gibi bir insan olduğuna bakmaya bile herhangi bir ihtiyaç yoktur. Kaldı ki, Mirza Gulam Ahmed peygamberlik payesi açısından kanaatimce
hiçbir önem taşımıyor ve faraza, peygamberlik kapısı açık olsaydı bile akl-ı selime sahip olan bir kişi onun peygamber olabileceğini düşünemezdi. Fakat Kur'ân ile hadis'in açık hükümleri ortada dururken bu tür münakaşaya girmeyi
gereksiz buluyorum ve dolayısıyla, Allah ve Resûlü’ne
saygısızlık yapıldığı kanaatindeyim.

Kur'ân-ı Kerîm ile hadis-i şeriflerde peygamberlik kapısının kapanmasıyla ilgili delillere gelince bunu biraz ilerde ayrıntılı bir şekilde ele alacağım. Ayrıca, Ahzab suresiyle ilgili hazırladığım tefsirde bu konuyu tafsilatlı bir şekilde anlatmış
bulunuyorum.

Gelecek Konu: Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî'lerin İleri Sürdüğü Bir Başka İddia

9 Aralık 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Son Peygamber'den Sonra Nübüvvet İddiası

Hazreti Peygamber (a.s.)'in son peygamber oluşuna en çok itirazlar Ahmediler9[2] tarafından yapılır. Bu konuda Ahmediler ve yandaşları tarafından sık sık mektuplar alırız. Bazı diğer Müslümanlar da ortalık bulandırıldığı için
tereddüde düşerek bize bazı sorular yöneltirler. Bu sorular ve bunlara verdiğimiz cevaplar konuyla yakından ilgili olduğu için buraya aktarıyoruz.


Soru: "Tercüman-ul Kur'an" dergisinin ocak-şubat sayısında (s. 236) diyorsunuz ki, "tecrübem şahittir, Allahu Teâlâ hiçbir zaman yalanın dal budak salmasına izin vermez. Her zaman, doğruluk ve dürüstlükten nasibini alamayan ve
Allah'tan korkmayanlara cevap vermemeyi adet edinmişimdir... Onlardan ben değil, Cenab-ı Hak intikam alacaktır ve yalanları inşallah bu dünyada ortaya çıkacaktır."


Burada hemen şunu belirteyim ki, ben Ahmedî'lerin hemen hemen bütün kitaplarını okumuşumdur ve çalışmalarını da yakından izlemişimdir. Benim bu hususta bazı sorularım olacaktır: 


Birincisi, bu sadece tecrübeniz meselesi değildir. Kur'an-ı Kerim'de de Allah Teâlâ buyurmuştur ki:  "Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi,
Biz O'nun elini tutar. O'nun kalp damarını keserdik". (Hakka; 44,45,46)


Şimdi eğer Mirza Bey yalancıysa, neden Allah (cc.) hâlâ onu yakalamamıştır. Aksine, Müslümanlar için zararlı olduğu söylenen hareketi giderek kuvvet kazanıyor ve hatta dış ülkelerde de çeşitli taraftarları ortaya çıkıyor. Mirza Bey’in
getirdiği mesaj 65 yılını doldurdu. Biz ne zamana kadar ilâhî kararı bekleyeceğiz? Halen kendisi refah ve saadet içindedir.


Bu yeni harekete muhalif olanlar niçin meseleyi Allah'ın takdirine bırakmıyorlar? Son kararı Allah (cc.) versin. İkincisi, s. 242'de partinizin Alman asıllı bir mensubu Berlin'de Ahmediye Cemaatiyle işbirliği sorununu ortaya atmıştır. Eğer
Ahmedîlerin İslâm'ı yayma konusundaki gayret ve başarılarını takdir ediyorsanız onlarla Pakistan'da niçin işbirliği yapmıyorsunuz?


Cevap: Hayret doğrusu, siz peygamberlik iddiasında bulunan bir kişinin meselesini bu kadar hafife alıyorsunuz. Temas ettiğiniz sözlerim alelâde bir durumla ilgiliydi ve bunları sadece yalan bir iftirayı bertaraf etmek maksadıyla
söylemiştim, iftira da bana atılmıştı. Şimdi siz kalkıyorsunuz bu sözlerimi hakikaten peygamberlik gibi yalan bir iddiada bulunan bir kişi için söylenmiş olduğunu ima etmek istiyorsunuz. Ya da en azından, bu birbirinden tamamıyla ayrı iki olay arasında bir benzerlik bulmaya çalışıyorsunuz.


Biliyorsunuz ki nübüvvet iddiasında bulunan bir kişiyle ilgili yalnızca iki ihtimal vardır. Eğer o gerçekten bir peygamber ise onu tanımayan kâfirdir ve durum tam tersi ise onu tanıyan kâfirdir. Bu büyük meseleyi siz basit bir kararla halletmeye çalışıyorsunuz ve diyorsunuz ki, Allah onun hakkında gazaba
gelmemiş ve onu yakalamamışsa onun peygamberliğini kabul edelim. Söz konusu kişinin başlattığı fitnenin büyüyüp geliştiğini ve ilâhî karar için fazla beklemenin anlamsız olduğunu ileri sürüyorsunuz. Sizce, her kim peygamberliğini iddia eder, etrafında bir sürü adam toplar ve sizin belirlediğiniz müddet içinde ilâhî adaletin pençesinden kurtulabilirse, onu peygamber olarak tanımamız mı gerekir?


Sizce bir kişinin peygamberlik iddiasının doğru olup olamadığının araştırılması için yalnızca bu yöntem yeterli midir?


"Ve lev tekavvele aleyna ba'de'l-ekâvil" ayetinden çıkardığınız mana yanlıştır. Bu âyette anlatılmak istenen şey şudur: Hazreti Muhammed (a.s.) -ki gerçekten Allah'ın peygamberidir- Allah'ın vahiy olmaksızın kendi uydurduğu bir şeyi Allah'ın adıyla başkalarına sunmaya çalışırsa, onun boynunun damarı kesilecektir, Bu demek değildir ki gerçekten Allah'ın peygamberi olmayan bir kişi, yalan yanlış iddialarda bulunur ve kendisinin Allah'ın rasulü ve elçisi olduğunu ileri sürerse onun boğazı da derhal kesilecektir. Ayrıca, yukarıdaki
ayette, boğazın Allah tarafından kesilmesi peygamberliğin bir ölçüsü olarak tanımlanmamıştır. Yani boğazı kesilen sahte, boğazı kesilmeyen de doğru peygamber olarak tarif edilemez.



Gelecek Konu: Son Peygamber'den Sonra Nübüvvet İddiası 2

29 Kasım 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler 2

Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniliyor: "Allah'a karşı yalan uyduran ve ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Elbette suçlular hiçbir zaman iflâh
olmaz."(Yunus; 17)

Bazı akılsız kişiler yukarıdaki âyette geçen "felâh" kelimesini "uzun ömür", "dünyevi refah" ve "manevî huzur" olarak tercüme ederler. Bundan ötürü, peygamberliğini ilân etmiş bir kişinin, her ne kadar yalancı bir peygamber olsa da, iyi ve rahat bir hayat sürmesi, dünyada maddi refaha kavuşması, başlattığı fitnenin büyük bir kitle tarafından kabul edilmesi, şan ve şöhretinin artması halinde, kendisine ve peygamberliğine inanması gerektiği gibi çürük bir delille
ortaya çıkarlar. Bu kişilere göre, doğru ve hakiki bir peygamberin ölçüsü dünyevi ve uhrevi "felah”ıdır. 

Onlara göre, sahte ve yalancı bir peygamber, maddi ve manevî huzur ve refaha kavuş-muşsa hakiki bir peygamberdir. Yine aynı kişilere göre "iflah olmayan bir kişi" sahte ve yalancı peygamberdir. Bu ahmakça delil; ancak Kur'an-ı Kerim'de
kullanılan "felah" terimini bilmeyen, Allah'ın suçlular için uygun gördüğü imhâl (mühlet verme) kanununa vakıf olmayan ve hangi siyak ve sibakla bu kelimenin kullanıldığını idrak edemeyen biri tarafından ileri sürülebilir.

Öncelikle şunu bilmekte yarar vardır ki, "suçlular hiçbir zaman iflah olamaz" ibaresi bir peygamberlik ölçüsü olarak kullanılmamıştır. Onun için, bir kişi refah içinde yaşamış ya da yaşamamış, bu onun peygamberliği için ölçek olamaz.
Burada anlatılmak istenen husus, suçluların iflah olup olmamasıdır ve kullanılan ifade şudur: "Mücrim veya suçluların hiçbir zaman iflah olamayacağını çok iyi biliyorum.

Onun için böyle bir suç işlemek ve yalan yanlış yerde peygamberlik payesine yükseldiğimi ilân etmek istemiyorum.

Fakat sizin hakiki bir nebiye yalancı damgası vurduğunuzdan eminim. Bu yaptığınız suçtur ve bu suçla bir zaman iflah olamazsınız."

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de "felah" kelimesi sadece "dünyevi huzur ve refah" gibi mahdud bir manada kullanılmamıştır. Aksine, "felah" dünyevi hayatın ilk
safhalarında başarı ihtimalleri çok az görülmesine rağmen, sonu hiçbir zaman hüsran olmayan, daimi bir muvaffakiyet ve saadet demektir. Sahte bir peygamberin dünyada rahat ve bolluk içinde, para-pul ve şan-şöhret sahibi olması pekâlâ mümkündür. 

Ne var ki Kur'an-ı Kerim açısından bu bir "felah" değil, "hüsran" ve başarısızlığın ta kendisidir. Bunun tam aksine, Hakk'a davet eden hakiki bir peygamber dünyada her türlü baskı ve zulme uğrayarak, bin bir eziyet çekerek, hiçbir
taraftar toplamadan bu fani dünyadan göç edebilir. Ama görünüşteki bu başarısızlık Kur'an-ı Kerime göre "felah" ve "saadetin ta kendisidir.

Buna ilâveten, Kur'an-ı Kerim'de yer yer Allahu Teâlâ'nın suçluları yakalamakta acele etmediği sarahatle beyan edilmiştir. Allah (c.c.) günahkâr ve suçlu insanların kendilerine çekidüzen vermeleri için geniş imkânlar tanır.

Verdiği mühlet bazen yanlış yorumlanır ve kötüye kullanılır. Günahkârlar daha çok günah işler, bataklığa iyice batarlar. Allah böylelerine daha büyük fırsatlar verir, hatta onlardan pek çok nimetlerini esirgemez. Nimetlerin bolluğunu gören şirretli kişiler nefislerinin bütün çirkinliklerini ortaya dökerler, ta ki kedilerine uygun görülen ağır cezalan tamamıyla hak etsinler.

O halde sahte ve yalancı bir peygamberin ipi uzatılıyor ve kendisi dünyevi zenginlik ve nimetler içinde yüzüyorsa, uydurduğu yalanları doğru olarak kabul etmek büyük bir yanlıştır. Allah'ın uyguladığı suç ve ceza kanunları herkes için
eşittir ve bunlar sahte nebiler için de aynen uygulanmalıdır.

Hepimiz biliyoruz ki, Şeytan'a kıyamete kadar mühlet verilmiştir. Fakat bu mühlete bağlı olarak, her türlü oyun ve şirretliğine izin verileceği, ancak sahte bir nebiyi ortaya çıkarınca buna müsaade edilmeyeceği veya sahte peygamberliğin hiçbir zaman yaşamayacağı gibi herhangi bir
şart ileri sürülmemiştir.

Belki de, yukarıda bahsettiğimiz ayet-i kerimeye cevap olarak bazı kimseler Hâkka suresinin 44-47 âyetlerini karşımıza çıkarabilirler: "Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz onun elini tutar, onun kalp damarını
keserdik". Fakat burada belirtilmek istenen şey, gerçekten Allah'ın Rasûlü olan bir kişinin, kendi tarafından bir yalan uydurup bunu başkalarına Allah'ın vahyi imiş gibi sunmaya çalışması halinde derhal yakalanacağıdır. 

Bu ayete bakarak, nübüvvet iddiasında bulunan birinin yakalanmayışının onun
hakiki bir peygamber oluşunun delili olduğunu söylemek mantıkî bir hatadır. Burada Allah'ın suç ve ceza kanununun istisnasız uygulanmasına dair kayıt sadece doğru ve hakiki peygamber ile ilgilidir. Sahte bir peygamber için kanunların aynen uygulanması şart değildir. Bu noktayı şu misal ile açıklamaya çalışalım: 

Bir hükümet, devlet personeli için bir kanun çıkarıyorsa bu kanun belli ki sadece devletin hizmetinde olan memur ve işçileri kapsayacaktır. Şimdi bir dolandırıcı başkalarına kendini devlet görevlisi olarak tanıtır ve bu yolla bir takım menfaatler sağlamaya çalışır ve yakalanırsa, buna devlet personel kanununa göre mi muamele edilecek, yoksa hakkında ceza kanununun ilgili maddeleri
uyarınca mı dava açılacaktır. Kendisi devlet memuru ve işçisi olmadığı için gayet tabii ki devlet personel kanunu kendisini bağlamaz ve neticede kendisi memlekette yürürlükte olan diğer kanunlara göre yargılanıp cezalandırılacaktır.

Ayrıca, Hakka sûresinde, bir kişinin kalp damarının kesilmesi, peygamberlik kıstası olarak beyan edilmemiştir. Yani gaipten uzanan bir el, peygamberlik iddiasında bulunan birini boğazlamasa kendisi hakiki peygamberdir diye bir kural
yoktur. Aynı şekilde aksini iddia etmek de yanlıştır. Bir nebi veya peygamberin doğru olup olmadığı sireti, vaazı, telkini, talimatı ve bıraktığı eserlerle ölçülüdür, bu tür saçma sapan tevil ve kelime oyunuyla değil.

Gelecek Konu: Son Peygamber'den Sonra Nübüvvet İddiası

28 Kasım 2015 Cumartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler 1

"Ve (Ey Nebi), Hatırla bütün peygamberlerden aldığım sözü. Senden, Nuh'tan, İbrahim, Musa ve Îsa'dan ve hepsinden kesin söz aldım". (Ahzâb; 7)

Yukarıdaki âyette Allahu Teâlâ’nın, Hz. Peygamber'e, hem kendisinden hem bütün peygamberlerden aldığı bir sözü hatırlattığını görüyoruz. ' 


Bu söz nedir? 

Bundan hangi yemin kastediliyor? 

Kur'an-ı Kerim'deki ilgili surenin daha önceki âyetlerinde bahsedilen konulara dikkat edildiğinde, bu söz ve yeminin; peygamberlerin, Allah'ın bütün emirlerine itaat etmek ve başkalarını da buna ikna etmeye çalışmalarına dair verdikleri söz olduğu anlaşılıyor. Kur'an-ı Kerim'de bu söz ve yemin çeşitli yerlerde kaydedilmiştir:

"O: 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve Îsa’ya da vasiyet
ettiğimizi sizin için de teşri' elli (bir şeriat kıldı)". (Şura; 13)


"Hani kendilerine kitap verilenlerden; 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizleyemeyeceksiniz, diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu arkalarına atlılar ve ona kargılık az bir değeri satın aldılar. 0 aldıkları şey ne kötüdür." (Al-i İmran; 187)


"Ve hatırlayın, İsrail Oğullarından, Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceklerine dair söz almıştık". (Bakara;83)


"Onlardan Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair, o kitabın (hükmü veçhile) söz alınmamış mıydı. Sımsıkı tutunuz, size verdiğim şeyi ve
hatırlayın bunda olan telkini. Umulur ki korkup sakınırsınız". (Araf; 169-171)


"Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve: 'işittik ve itaat ettik' dediğinizde sizi, kendisiyle bağımlı kıldığı sözünü(zü) anın. Allah'tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, içlerin özünde olanı bilendir". (Maide; 7)



Yukarıdaki söz ve akitler, Hz. Muhammed (a.s.)'in din yolunda özel hayatıyla ilgili önemli bir adım atmak üzere olduğu sırada hatırlatılmıştı. Hz. Peygamber, İslâm düşmanlarının şerrinden endişelendiği için evlilikle ilgili cahiliyyenin bir geleneğini bozmaktan çekiniyordu. Bir hatunla evleneceği söz konusuyken, niyeti her ne kadar iyi ve amacı her ne kadar cemiyetin ıslâhı idiyse de, muhalif ve bozguncuların bu işi nefsi için yaptığını ve bunun için toplum reformcusu kılığına bürünmeye çalıştığını öne sürebileceklerini düşünerek devamlı endişeleniyordu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ kitabında diyor ki: "Sen, Benim tayin ettiğim peygambersin, diğer peygamberler gibi sen de Benimle bir anlaşma yapmıştın. Bu anlaşmaya göre, emirlerime harfiyyen uyacağını ve başkalarının da uymalarını sağlamaya çalışacağını taahhüt etmiştin. Bunun için, başkalarının kötü niyetli ve kasıtlı sözlerine aldırış etme, hiç korkma, utanma ve kendinden beklenen vazifeyi yerine getir." Bütün mesele bundan ibaret iken, bir grup insan var ki, buna bambaşka bir anlam vermeye çalışıyor. Bu grup, bu söz ve yeminden, Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki peygamberler ve ümmetlerden alınan söz ve yeminin kastedildiğini iddia ediyor. Yani diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)'den de hâşâ kendisinden sonra gelecek bir peygamberi tanıması ve teyid etmesi istendiğini öne sürüyor. Bu tevile dayanarak bir
grup, Hazreti Peygamber'den sonra da Peygamberlik kapısının açık olduğunu iddia edebilmektedir. Fakat yukarıdaki ayetlerin geçtiği metin bir bütün olarak ele alındığında bu tevilin yanlış olduğu ortaya çıkar. Zira ayetlerde bahsedilen
mevzu, Hz. Muhammed (a.s.)'den başka peygamberlere iman etmeleri gerektiği yönünde değildir. Ayrıca, ayetlerde zikredilen anlaşma veya yeminin ne olduğu kesin ifadelerle belirtilmemiştir. Dolayısıyla anlaşmanın asıl mahiyetini anlamak için, Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerindeki peygamberler ile varılan anlaşmalar hakkındaki kayıtları incelemeliyiz. Eğer Kur’an-ı Kerim'in tümünde sadece bir çeşit taahhüt ve yeminden bahsedilmişse ve bu taahhüt de sonra gelecek peygamberlere iman etmekle ilgiliyse yukarıdaki grubun mantığına diyeceğimiz yoktur. Ama Kur'an-ı Kerim'i dikkatle ve itina ile okumuş olan bir kişi biliyor ki bu mukaddes kitapta bir değil birçok anlaşma ve sözleşmeden söz edilmiş olup bunların niteliği ve şekli başka başkadır.


Hatta peygamberler ile ümmetlerinin yaptıkları anlaşmaların da birden fazla çeşidi vardır. O halde bu çeşitli anlaşmalardan burada metne en uygun olan anlaşmayı mı ele almalıyız yoksa metne uygun olmayanı mı? Bu düpedüz yanlış ve yanıltıcı tevil gösteriyor ki, bazı İnsanlar Kur'an-ı Kerim'den hidayet almak yerine bunu menfur ve menhus gayeleri için kullanmaya çalışıyorlar. 




Gelecek Konu: Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler 2

27 Kasım 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Nübüvvetin Hz. Muhammed (a.s.)'le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret

"Hani Allah peygamberlerden 'kesin bir söz (misak)' almıştı: "Andolsun size Kitap ve hikmet verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız."

Demişti ki "Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?" Onlar: "İkrar ettik" demişlerdi ve "Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte şahid olanlardanım" demişti". (Al-i İmran; 81)

Demek, dünyaya gelen bütün peygamberler bu tür yeminde bulunmuşlardır. 

Şimdi bir peygamberin yaptığı yemin onun ümmetinin bütün fertleri tarafından da yapılmış sayılır. Bu yemin nedir, ne anlam taşımaktadır? 

Bütün peygamber ve ümmetlerin içtiği and ve verdiği söz şudur: Allah tarafından, onun dininin tebliği ve tesisi için gönderilecek bir nebiye hiç itiraz etmeden itaat edeceğiz. Onu kıskanmayacağız, ona kızmayacağız. Allah'ın dini tekelimizde değildir. Hakk'a karşı çıkmayacağız. Aksine, nerede ve ne
zaman olursa olsun, Hak bayrağını taşıyanın etrafında kenetleneceğiz, onu tam olarak destekleyeceğiz, onu seveceğiz, sayacağız.

Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan önce bütün peygamberler ve dolayısıyla, ümmetlerinden alınan sözler bunlardı. Nitekim, her nebi, kendisinden sonra gelecek nebinin talimatına uyulması ve onun peygamber olarak tanınması konusunda kendi ümmetinden söz aldı. Fakat aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)'den alındığına dair herhangi bir kayıt Kur'an-ı Kerim veya hadislerde bulunmuyor. 

Aynı şekilde, Hz. Peygamber kendi ümmetinden gelecekte herhangibir nebiye iman etmelerini de istememiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber (a.s.)'den sonra Allah'ın bir elçisinin geleceğine dair herhangi bir kehânet veya işaret olmadığı gibi, bunun tam aksine kendisine Hâtim'ün Nebiyyin denilmiştir. 

Ayrıca hadislerde Hz. Muhammed (a.s.)'den sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceği açıkça ifade edilmiştir. "Ey Adem oğulları, size kendi içinizden elçiler gelip size âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan) korunup
(kendisini) düzeltenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (A'raf; 35)

Hz. Adem ile Havva (a.s.)’ın Cennet'ten indirildikleri konusunda Kur'an-ı Kerim'de yer alan her kıssada buna benzer ifadeler kullanılmıştır. (Bk. Bakara suresi, âyet; 38-39 ve Tâhâ, âyet; 123-124). 

Burada belirtildiği gibi, peygamberlerin söz ve fiillerine uyulması için emir, ta
insanların yaratıldığı sırada Allah tarafından kullarına verilmişti. Fakat bu tür emir ve tenbihe Hz. Peygamber (a.s.) ve ümmeti ile ilgili kayıtlarda rastlanmıyor. Demek bu emir ve uyarılar Hz. Muhammed (a.s.)'den önceki peygamber ve ümmetlerine mahsustu ve Rasûlullah'tan sonra başka herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hesabıyla bu tür emir ve uyarıya ihtiyaç duyulmadı.

Gelecek Konu: Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler

26 Kasım 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir
"Hesap vakti gelmiştir, ama onlar hâlâ gaflet içinde bulunuyorlar" (Enbiya; 1)

Yani, kıyamet yaklaşmıştır, insanların yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah'ın huzuruna çıkmaları bir ân meselesidir. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik payesine yükseltilmesinden sonra, insanlık tarihinin son safhasına
girdiği belli olmuştur. 

İnsanoğlu artık başlangıcından çok sonucuna doğru yol almaktadır. Doğuş ve gelişme aşamaları geride kalmış ve şimdi son aşamaya gelinmiştir. Aynı konuya,
bir hadis-i şerifte de temas edilmiştir. Hazreti Peygamber bir defasında bir elinin iki parmağını kaldırarak demiştir ki: "Ben, öyle bir zamanda peygamberliğe getirildim ki, ben ve kıyamet bu iki parmak gibidirler". Yani, kendisi ile kıyamet arasında başka herhangi bir peygamber dünyaya gelmeyecektir.

Kendisinden sonra ancak kıyamet gelecektir. Başka herhangi bir nebi, müjdeleyici ve tenbih edici gelmeyecektir. Onun için, gaflet uykusundan uyanmak isteyenler uyansınlar!


Gelecek Konu: Nübüvvetin Hz. Muhammed (a.s.)'le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret

25 Kasım 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Hz. Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir

"Ey Muhammed, de ki: 'Ben hepiniz için (gönderilmiş), yer ve göklerin sahibi ve maliki olan Allah'ın peygamberiyim".(A'raf; 158)

"Her ümmetin bir rasûlü vardır".(Yunus; 47) 

Dikkat ederseniz, burada ümmet kelimesi tek bir ümmet veya millet için kullanılmamıştır. Buradaki anlamına göre, bir peygamberin talimatı hangi kavimlere ve milletlere ulaşmışsa, onların tümü bir ümmeti teşkil ediyor. Ayrıca, bir rasûlün bir ümmet içinde her zaman yaşaması gerekmiyor. Önemli olan o
rasûlün talimatıdır. Eğer talimatı ve bıraktığı eserler yaşıyorsa ve herkesin ondan istifade etmesi mümkünse, o rasûl yaşıyor demektir. Eğer bir peygamberin talimatı ve mesajı dünyanın bütün insanlarına ulaşabiliyorsa, bütün İnsanlar bir ümmet sayılır. 

Bundan dolayıdır ki, Hazreti Muhammed (a.s.)'in dünyaya gelişi ve talimatının bütün insanlara ulaşmasından sonra, bütün İnsanlar onun ümmeti haline geliyor. Bu vaziyet, Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in hadisleri asıl şekilleriyle varolduğu sürece devam edecektir. İşte bu sebeple, yukarıdaki âyette, "her milletin bir rasûlü" yerine "her ümmetin bir rasûlü vardır" buyurulmuştur. 

Allahu Teâlâ, her bölgeye ve ülkeye birer nebi göndermek yerine bütün dünyaya bir nebi göndermeyi tercih etmiştir ve bunun için Hz. Peygamber (a.s.)'i seçmiştir: "Eğer isteseydim, her yerleşim merkezine birer uyancı
gönderirdim". (Furkan; 51) 

Burada denilmek isteniyor ki, böyle bir şeyi yapmak Allah (cc.) için hiç de zor bir şey değildir. Ancak böyle yapmadı ve bütün dünyaya tek bir peygamber gönderdi. Nasıl ki bir güneş bütün dünyayı aydınlatıyor, bu tek hidâyet güneşi de
bütün insanların doğru yol bulmalarına yetecektir.

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber efendimize "haberci", "tenbih eden", "uyarıcı" ve "gaflet ile delâlet'in kötü sonuçları hakkında insanları ikaz eden" gibi lakaplar verilmiştir. 

Ayrıca kendisine "bütün insanlık için uyarıcı" da denilmiştir. Demek ki, Kur'ân-ı Kerim'in daveti ve Hz. Peygamber'in nübüvveti tek bir ülke için değil bütün dünya için ve belli bir zaman için değil, her zaman için geçerli ve yararlıdır. Bu mevzu, Kur'ân-ı Kerim'de muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde anlatılmıştır.
Meselâ: "Ey İnsanlar, hepiniz için (gönderilmiş) Allah'ın resûlüyüm". (A'raf; 158)
"Tarafıma bu Kur'an gönderilmiştir ki, bunun vasıtasıyla sizi ve bunun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim". (En'am; 19)

"Ben seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdim". (Sebe; 28)

Aynı konu Hz. Peygamber'in hadis-i şeriflerinde de açık seçik bir şekilde anlatılmıştır. Örneğin, "ister siyah, ister beyaz olsun, ben herkese gönderildim",

"Eskiden bir nebi özel olarak kendi milletine gönderilirdi. Ben ise genel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve benim gelişim üzerine peygamberlerin gelişi sona erdi."

Gelecek Konu: Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir

24 Kasım 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Bütün İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı

"Sen ancak bir uyarıcısın, şüphesiz ki biz seni Hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, ona bir uyarıcı gelmiş olmasın."(Fatır; 23,24)

İlk âyette şöyle denilmek isteniyor: Ey Nebi, senin işin insanlara haber vermek, onları uyarmaktan başka bir şey değildir. Bundan sonra eğer kimse akıllanmıyor,
kötülüklerinden vazgeçmiyorsa, bunun sorumluluğu sana ait değildir. Gözü kör ve kulağı sağır olanlara bir şey yapamazsınız.

İkinci âyette anlatılmak istenen husus Kur'ân-ı Kerim'in diğer birçok yerinde de anlatılmıştır. Şöyle ki, dünyada şimdiye kadar doğmuş olan bütün milletlerin birer peygamberi olmuştur. Ra'd sûresinde de aynı durum belirtilmiştir (âyet; 7). Benzeri buyruklar Nahl sûresi (âyet; 36) ve Şûra sûresi (âyet; 208)nde de yer alıyor. 

Fakat bu hususta herhangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için iki noktaya dikkat etmeliyiz. 

Birincisi, bir nebinin vaazı, tebliği ve talimatı ulaşabildiği yerlere kadar yeterlidir. Yani ayrı ayrı yerlere illa birer nebi veya peygamberler gönderilmez. 

Her yerleşim merkezine ve her millete ayrı ayrı peygamberin gelmesi şart değildir. 

İkincisi, bir nebinin talimatı ve bıraktığı eserleri dünyada korunduğu sürece başka bir nebiye gerek yoktur. Her nesil ve her kuşak için ayrı bir nebinin gelmesi gerekli değildir.

Gelecek Konu: Hz. Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir

23 Kasım 2015 Pazartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Bütün İnsanlığın Hidayet Yolu

"(Ey Nebi), Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik, ama insanların çoğunluğu bunu bilmez." (Sebe; 28)

Bu ayette, Hz. Peygamber (a.s.)'in sadece bir şehir, ülke veya belli bir zaman için değil, bütün İnsanlar ve her zaman için nebi olarak gönderildiği, ancak, yaşadığı çağın insanları ve vatandaşlarının onun değerini bilemedikleri belirtiliyor. Hz. Peygamber'in sadece kendi memleketi veya zamanı için değil,
kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği Kur'an-ı Azimüşşan'da muhtelif yerlerde ve vesilelerle anlatılmıştır. 

Meselâ: "...Ve bu Kur'an bana vahiy edilmiştir ki bunun vasıtasıyla sizi ve bunun ulaşabileceği herkesi uyarayım". (En'am; 19)

"De ki, ey İnsanlar ben göklerin ve yerlerin sahibi Allah'ın elçisiyim". (A'râf; 158) "Ve ey Nebi, Biz seni ancak dünyalara rahmet olarak gönderdik". (Enbiya; 10)

"Alemlere uyancı ve korkutucu olsun diye Furkan'ı indiren (Allah) ne yücedir". (Furkan; 1)

Benzeri açıklamalar, Hz. Muhammed'in çeşitli hadis-i şeriflerinde de yapılmıştır.

Meselâ: "Beyaz olsun, siyah olsun, herkese gönderildim". (Müsned-i Ahmed: Ebu Musa Eş'ari'den rivayet).

"Ben genel olarak bütün insanlara gönderildim. Halbuki, benden önceki bütün nebiler sadece kendi milletlerine gönderilirdi". (Müsned-i Ahmed: Abdullah bin Amr'dan rivayet).

"Eskiden her nebi bilhassa kendi ümmetine gönderilirdi. Ben ise bütün insanlara gönderildim". (Sahih-i Buhâri, Müslim, Câbir bin Abdullah'tan rivayet).

"Bi'setim (peygamberliğim) ve kıyamet böyledir diye buyuran Hz. Muhammed (a.s.) bunu açıklamak için iki parmağını kaldırıp bize gösterdi." (Sahih-i Buhâri ve Müslim). 

Demek ki, Hazreti Peygamber konuyu açıklamak için iki parmağın arasında başka bir parmak bulunmadığını belirtti. Yani, kendisi ve kıyamet arasında başka bir nübüvvet olmayacaktır. Kendisinden sonra ancak kıyamet var ve dolayısıyla kendisi kıyamete kadar nebi sayılacaktır.

Gelecek Konu: Bütün İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller

Peygamberliğin hakikati ve hikmetini bilen bir kişi için peygamberlerin her gün doğmadığını anlamak zor değildir. Ayrıca, her zaman ve her devirde, her milletin bir peygamberinin olması şart değildir. Bir peygamber getirdiği talimatı ve mesajında yaşar. Talimat ve mesajı yaşadıkça o da yaşar. Eski çağların peygamberlerinin aramızda yaşadıkları söylenemez. Zira, onların getirdikleri talimat ya tahrif edildi ya da rafa kaldırıldı. Onların getirdikleri ilâhî kitaplardan hiçbiri bugün asıl şekilleriyle bulunmuyor. Adı geçen peygamberlerin
taraftarları bile bugün kalkıp ilâhî kitaplarda herhangi bir değişiklik yapılmadığını iddia edemezler. Kitaplar bir yana, onlar peygamberlerinin siretlerini de unuttular. Önceki peygamberlerin sözleri ve davranışlarıyla hayatları hakkında
bugün hiç bir muteber kitap veya eser bulunmuyor.

Hatta, hayat hikâyeleri şöyle dursun, kesinlikle hangi devirde, hangi yerde,
hangi millet arasında doğdukları, nasıl yaşadıkları, hangi vaaz ve telkinlerde bulundukları, hangi şeyleri yasakladıkları bilinmiyor. Fakat buna karşılık, Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatı ve bıraktığı eserlerine bakın. O'nun peygamberliği hâlâ geçerlidir, çünkü O'nun getirdiği talimat ve mesaj yaşamakladır. Getirdiği ilâhî kitap "Kur'an-ı Kerim" hâlâ eski şekliyle karşımızda duruyor. Bir tek harfi, bir tek noktası ve bir tek hareke ve işareti değişmemiştir. Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek hayatının her dönemi, sözleri, fiilleri hepsi aynen muhafaza edilmiştir. Bugün 1300 yıl geçmiş olmasına rağmen bu kayıt ve yazıların aynasında Hz. Peygamber'i kendi gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Gerçek odur ki, dünyada hiçbir tarihi şahsiyetin tercüme-i hâl'i ve sireti böylesine itina ve ihtimamla korunmamıştır. Hayatımızın hemen hemen her dönemecinde Hz. Peygamber (a.s.)'in mübarek hayatından ders alabiliriz. İşte bu gerçek, Muhammed (a.s.)'den sonra başka.bir peygambere ihtiyaç olmadığının en büyük delilidir. Bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gelmesi için sadece üç sebep olabilir:

1. İlk peygamberin talimat ve mesajı kaybolup gitmiş ise, yeni bir talimat ve mesaja ihtiyaç duyulur.

2. Önceki peygamberin talimatı ve mesajı mükemmel değilse onda bazı değişiklik ve ilâveler yapmak gerekir.

3. Önce gelen peygamberin talimatı sadece belli bir millet veya ümmete mahsus ise başka milletlere yeni peygamber gönderilir 8[1].

Bu üç sebepten hiçbiri halen ortada yoktur.

Şöyle ki:

1-Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatı hâlâ olduğu gibi duruyor.

[1] Dördüncü bir şık olarak bir peygambere yardımcı olmak için başka bir
peygamberin gönderilmesi düşünülebilir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer sadece iki misal bulunduğu için bunu dördüncü ihtimal olarak ele almadık. Bu iki misalden, Allah'ın belli bir kural olarak dünyaya yardımcı peygamberler gönderdiği sonucunu çıkaramayız. (Mevdudî)

Hz. Peygamber'in hangi dini tebliğ ettiği, ne gibi bir hidayet getirdiği, ne gibi bir hayat tarzı tavsiye ve tasvip ettiği ve ne çeşit adet ve ananelerin yasaklanmasını emrettiğini öğrenmemiz için bütün kaynaklar asıl şekilleri ile duruyor.

Kısacası, Hz. Peygamber (a.s.)'in getirdiği din ve gerçek talimatı herhangi bir değişikliğe uğramamış ve ortadan kalkmamışsa bunları yeniden anlatmak için yeni bir peygamberin gelmesine ne ihtiyaç olabilir ki?

2- Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya İslâmiyet mükemmel şekliyle öğretilmiştir. Bu mükemmel din ve hayat nizamına herhangi bir şey ekleyecek veya fazlalığı azaltacak bir nebiye ihtiyaç duyulmadığı için başka bir nebi de
gönderilmeyecektir.

3- Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) şu ya da bu millet için değil bütün dünyaya nebi olarak gönderilmiştir. Getirdiği talimat ve mesaj bütün insanlığa yetecekti. Dolayısıyla başka herhangi bir millete bir nebinin gönderilmesine gerek yoktur.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Hazreti Peygamber'e "Hâtim'ün Nebiyyin" (Nebilerin Sonuncu, Peygamberliğe Son Veren) denilmiştir.

Yani, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik silsilesini sona erdirmiştir. Dünyanın artık başka bir nebiye ihtiyacı yoktur. Sadece Rasulü Ekrem'in yolunu takip eden ve bu yola başkalarını davet edenlere ihtiyaç vardır. Bu İnsanlar Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatını anlayıp tatbik edebileler ve böylece Rasûlullah'ın getirdiği kanunlara dayalı bir yapıya işlerlik kazandırabilirler

Gelecek Konu:Bütün İnsanlığın Hidayet Yolu

22 Kasım 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Din'in Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması

İşte tam bu sırada bütün dünyaya ve tüm insan ırkına hidayet yolu gösterecek bir peygamber, Arap topraklarında zuhur etti. Peygamberlerin bu en büyüğü ve en sonuncusuna, bütün dünyaya duyurmak ve yaymak amacıyla dinlerin en
mükemmeli bütün kaide ve kanunlarıyla birlikte verildi.


Şimdi şu noktayı gözünüzden uzak tutmayınız. Çağımızda İslâm'ı bilme ve benimsemenin gerçek ve doğru yolu, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın talimatı ve Kur'an-ı Kerim'den ibarettir. Hz. Muhammed (a.s.) bütün İnsanlar için Allah'ın Resûlüdür. Peygamberlik silsilesi onunla son bulmuştur. Allahu Teâlâ, insanlara vermek istediği kadar hidayetin hepsini son peygamberiyle vermiştir. Şimdi Hakk'a talip olan ve Allah'ın hakiki kulu olmak isteyen herkes Allah'ın
son peygamberine iman etmeli, onun peygamberliğine "âmenna" demelidir. Allah'ın doğru yolunu takip etmek isteyenler için Hz. Muhammed (a.s.)'in talimatı ve bıraktığı eserleri kabul etmek ve onlara göre hareket etmekten başka
çare yoktur.


Gelecek Konu: Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller

21 Kasım 2015 Cumartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Hz. Peygamber (a.s.)'den Önceki Çağlarda Durum 

Eskiden her cemiyete, her millete ve her memlekete peygamberler gelirdi. Hatta bir millete bazen birkaç peygamberin geldiği olurdu. Bu Peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı nispeten küçük bir bölgeye yerleşmiş küçük grup ve cemiyetlere kadar sınırlı olurdu. Bir peygamberin mesajının başka cemiyet ve milletlere ulaşması hemen hemen imkânsızdı. Zira, o devirlerde muhtelif yerleşim merkezleri ve insan grupları arasında herhangi bir bağlantı yoklu. 

Ulaşım zorlukları nedeniyle birbiriyle temas etmeleri, kaynaşmaları mümkün değildi. Her millet adeta kendi memleket hudutları içinde mahsur durumdaydı. Böyle bir durumda cihanşümul ve geniş kapsamlı bir dini felsefe ve mesajın çeşitli milletlere yapılması söz konusu değildi. Çeşitli toplumların durumu değişik olduğu için düşünce ve inançları da değişikti. Her tarafta yaygın olan cehalet, iman ve ahlâkı temellerinden sarsmıştı. Bu sebeple, Allah'ın peygamberlerinin her topluma ve her ulusa ayrı ayrı şekilde ve metotlarla doğru yolu göstermeleri gerekti. Görevleri, sapık düşünce ve inançlara yavaş yavaş son verip yerlerine doğru inancı tesis etmekti. Amaçları, cahili düşünce, örf ve âdetleri ortadan kaldırıp en büyük yaratıcı olan Allah'a ve O'nun kanunlarına saygılı olmalarını öğretmekti. Nebi veya Rasûller, cahil ve yollarından sapmış olan toplumları tıpkı birer çocuk gibi yetiştirmeli, onlara edeb ve terbiye öğretmeliydiler. Bu gibi ilâhî talim ve terbiye için binlerce sene sarf edildi. 

Nihayet, insanoğlu talim ve terbiyenin çocukluk devresini geçirip gençlik çağına girdi. Bilim, teknik, sanat, ticaret ve kültürün gelişmesiyle milletler arasındaki ilişkiler de arttı. Çeşitli uluslar ve toplumlar birbirini tanıdı, onlarla çeşitli alanlarda temaslar kurdu. Çin ve Japonya'dan Avrupa ve Afrika'nın uzak köşelerine kadar kara ve deniz yolları açıldı. Bazı kavimler yazıyı icat etti ve başkalarına yaymaya çalıştılar. Okuma, yazma imkânlarının artmasıyla ilmi ve kültürel değişim için zemin hazırlandı. Birkaç büyük hükümdar ve fatih ortaya çıktı ve birkaç millet ile ülkenin bir tek siyasi nizamın altına girmelerine sebep olan fütuhata giriştiler ve muazzam imparatorluklar kurdular. Böylece çok eski çağlarda insan grupları arasında görülen irtibatsızlık ve kopukluk ortadan kalktı. 

Artık tek İslâm dini, tek ilâhî felsefe ve şeriatın bütün dünyaya yayılması için şartlar oluşmuştu. Aslında, bundan 2.500 yıl önce insan uygarlığı o dereceye gelmişti ki insanoğlu kendiliğinden evrensel ve ortak bir din aramaya başlamıştı. Nitekim, tam bir din sayılmayan ve sadece birkaç ahlâkî ve sosyal kuraldan ibaret olan Budizm, Hindistan sınırlarını aşıp bir taraftan Japonya ve Moğolistan'a kadar ve diğer taraftan Afganistan ve Buhara'ya kadar yayılmıştı. 

Budist misyonerler dinlerini daha da uzak noktalara kadar ulaştırmaya çabalıyorlardı. Gerçi Hz. Îsa (a.s.)'nın, beraberinde getirdiği din İslamiyet’ti, ancak taraftarları bunun özünü değiştirip buna Hıristiyanlık adını takıverdiler. Hıristiyanlar bu tahrif edilmiş dini İran'dan Afrika'ya ve Avrupa'nın en ücra köşelerine kadar yaydılar. İşte bu hakikatler gösteriyor ki, medeniyet ve kültürün gelişmesiyle İnsanlar büyük, geniş ve kapsamlı bir dini kendiliğinden arar olmuşlar ve bu arzu ve ihtiyaçları öylesine artmıştı ki, tam ve mükemmel bir din olmadığı halde eksik ve tahrif edilmiş dinleri kabul etmeye başlamışlardı.

Gelecek Konu: Din'in Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması

20 Kasım 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar

İnsan kültür ve medeniyeti, herhangi bir nebinin öğreti ve mesajı geniş bir toprak parçasına ve büyük kitlelere yayılabilecek ve herhangi bir cemiyet veya millet bir nebinin talimatını, fiilen yarattığı eserleri koruyarak bütün dünyaya ulaştırabilecek duruma gelinceye kadar Nübüvvet zinciri devam etti ve çeşitli milletler ile ülkelere nebiler gönderildi. Ancak bir yandan bir nebinin mesajının uluslararası ve hatta evrensel boyutlara varmasına imkânlar sağlayan medeni ve kültürel gelişmeler ve diğer yandan ilâhî kitap ve kitabı getirenin siretini ve talimatını olduğu gibi muhafaza edip dünyaya yayabilecek bir ümmetin doğması üzerine dünyaya yeni bir peygamberin gönderilmesine hâcet görülmedi. Ve bu şekilde peygamberlik zinciri bu noktada son bulmuş oldu.

Gelecek Konu: Hz. Peygamber (a.s.)'den Önceki Çağlarda Durum

19 Kasım 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamber Efendimiz'in Güzel Ahlâka Dair Sözleri

Allah'ın tek oluşunun ve O'na itaat etmenin ne gibi bir ahlâk düzeni oluşturduğunu ve bu ahlâk düzeninin insanın pratik yaşantısında ve özellikle kişisel ve toplumsal hayatta ne şekilde tezahür ettiğini uzunca anlatmamız mümkün değildir. Bunun için ayrı bir kitaba ihtiyaç vardır. Ama, burada size Peygamber efendimizin bazı mübarek sözlerini sunmaya çalı- şacağım. Bunlardan, Rasûl-i Ekrem'in vücuda getirdiği hayat nizamında iman, ahlâk ve amel arasında ne güzel bir denge kurulduğunu anlamanız, sanırım kolay olacaktır. "İman’ın birçok sahaları vardır.İmanın aslı, sizin Allah'tan başka kimseyi ma'bud olarak tanımamanızdır. Bunun son dalı, yolda Allah kullarına zarar veya eziyet verebilecek bir şeyi gördükten sonra onu ortadan kaldırmaktır. Ve hayâ da imanın bir parçasıdır." "Vücut ve elbisenin temiz olması, imanın yarısıdır."
 "Mü'min, insanların can ve malları için tehlikeli olmayana denilir." "Emin olmayan iman sahibi değildir ve vaadleri yerine getirmeyen dinsizdir." "Bir hayır iş yapınca memnun oluyor ve kötülük yaptıktan sonra pişman oluyorsan sen mü’minsin." "İman, tahammül ve geniş kalbliliğin adıdır." 

"Dostluğun ve düşmanlığın Allah için ise, dilinde Allah'ın adı geçiyorsa, kendin için beğendiklerini başkalarına beğeniyor ve kendin için beğenmediklerini onlara da beğenmiyorsan, bu, iman ve inancın en güzelidir." "İmân sahipleri arasında en mükemmel olanı, ahlâkı herkesten iyi olan ve aile fertlerine muamele konusunda en iyi olandır." "Allah'a ve ahirete iman eden şahsın kendi misafirine hürmet etmesi, komşusunu rahatsız etmemesi, dili açılınca iyi şeyler söylemesi ya da susup durması gerekir." "Mü'min hiçbir zaman kimseye hakaret etmez, kimse ile alay etmez, kimseyi lanetlemez, küfür etmez ve başkalarına dil uzatmaz." "Mü'min her şey olabilir, ama yalancı ve hain olmaz." "Kötülüklerden komşusunun huzuru kaçan elbette bir mü'min değildir, vallahi mü'min değildir, billahi mü'min değildir."
 
"Kendi tıka basa doyan, ama yanındaki komşusu aç kalan iman sahibi değildir." "Kendi öfkesini dışa vurmaya gücü olan, fakat yine de kendini zaptedenin kalbini Allah iman ve huzurla doldurur." "Başkalarına gösteriş olsun diye namaz kılan, şirk içindedir, başkalarına gösteriş olsun diye oruç tutan şirk içindedir, başkalarına gösteriş olsun diye sadaka veren şirk içindedir." "Şu dört özellik (kötülük) birinde bulunursa o şahıs münafıktır. Emanete hıyânet eder, konuşurken yalan söyler, verdiği sözü tutmaz ve kavga ederken nezâket sınırlarını geçer." "Yalan şahitlik, şirke kadar giden büyük bir günâhtır." "Gerçek mücahit, Allah'a itaat ederken kendi nefsiyle savaşandır ve gerçek muhacir (hicret eden), Allah'ın yasakladıklarını terk edendir." 

"Biliyor musunuz, kıyâmet günü Allah'ın gölgesinde ilk önce yer alacak olanlar kimler olacak? Kendilerine hakk bildirildiği zaman bunu kabul etmiş olanlar ve kendilerinden istendiği zaman hakkı açık kalblilikle vermiş olanlar ve de kendileri için istedikleri kararı başkaları için de verebilenler." "Siz bana altı şey için teminat verirseniz, ben de size cennetin garantisini veririm, konuşurken doğruyu söyleyin, verdiğiniz sözü tutun, emanetlerinizi yerine gelirin, kötülüklerden sakının, kötü bakışlardan kaçının ve zulüm etmeyin." "Hilekâr, kendini beğenmiş ve başkalarına yaptığı iyilikleri her zaman yüzlerine vuran biri cennete girmeyecektir." 

"Cennet'e haram lokmalardan oluşan et giremeyecektir. Haram yiyerek şişen vücut için (cehennem) ateş(i) daha iyidir." "Bozuk ve çürük malı satan ve müşteriye kötü tarafını söylemeyenin üzerine Allah'ın öfkesi giderek artar ve melekler onu lanetler". "Bir şahıs istediği kadar yeni hayata kavuşsun ve Allah'ın yolunda cihad etmeye devam etsin, borcu varsa ve ödenme mişse, cennete gidemez". "İster erkek olsun, ister kadın, ömürlerinin 60 yılını bile Allah'a itaat ederek geçirmiş olsalar dahi, öldükleri vakit vasiyetlerinde hakkı olanın hakkını vermemişlerse, ikisi de cehenneme lâyık olacaklardır". "Emrinde olanlara sert davranan âmir cennete giremeyecektir." "Ben size, oruç, sadaka ve namazı yok eden bir şey söyleyeyim mi? Bu, anlaşmayı bozmak ve huzur varken kavga çıkarmaktır. İnsanlar arasındaki ilişkileri bozmak, bir insanın bütün iyiliklerini yokeden bir fiildir."

"Asıl fakir olan, kıyamet günü Allah'ın huzuruna, yanında namaz, oruç ve zekât gibi bütün servetiyle çıkmasına rağmen kimine küfür etmiş, kimine iftira atmış, kiminin malını yemiş, kiminin kanını akıtmış ve kimini dövmüş olarak gelendir. Allah böyle birinin bütün iyiliklerini o mazlumlara dağıtır. Hesap yine denk gelmezse mazlumların günahları kendisine yüklenir ve kendisi Cehenneme aldır". "İnsanlar, kendi kötülüklerini te'vile ve nefislerini kötülükler yüzünden teskin etmeye çalışmazlarsa kurtuluşlarından umutsuz olmazlar". "Malları, fiyatları yükselsin diye stok eden esnaf ve tüccar melundur". "Fiyatları artsın diye hububatı 40 gün stok edenin Allah ile hiçbir ilişkisi olamaz". "Eğer bir tüccar tahılını, 40 gün stok ettikten sonra sadaka olarak fakir fukaraya dağıtsa bile affedilemez". 

Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'in bazı mübarek sözlerini yukarıda örnek olarak sizlere sundum. Bu hadis-i şerifler, Hazreti Peygamber (a.s.)'in iman ile ahlâk ve ahlâk ile hayatın bütün bölümleri arasında nasıl bir bağlantı kurduğunu açıkça ortaya koymaktadır,. Tarihi okumuş olanlar bilirler ki, Hz. Muhammed (a.s.) bu vaaz ve telkinlerini sadece kâğıt üzerinde bırakmadı, aksine bu söz ve kuralların ne kadar pratik olduğunu, bir memlekette bütün bir siyaset ve medeniyet nizamını kurup işler hale getirmekle kanıtladı. İşte bu büyük başarıdan dolayıdır ki biz Hz. Peygamber'e Server-i Alem veya Cihan önderi lakabını vermeyi uygun gördük.

Gelecek Konu: Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar

18 Kasım 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Cihan Önderinin Başarısı


Hz. Muhammed (a.s.)'in, ta eski çağlardan beri insanlığı Allah’a tapmaya ve güzel ahlâk edinmeye davet eden insanların seçkin camiasından geldiğini bütün dünya bilmektedir. Tek Allah'a itaat etmek, temiz bir hayat sürmek ve âhirete hazırlık yapmak konusunda dünyanın kuruluşundan beri insanları teşvik ve ikna etmeye çalışan peygamber, veli ve ermiş kişiler arasında Hz. Muhammed (a.s.) de yer alıyordu, hatta en yüksek mevkide o bulunuyordu. Hz. Peygamber yeni bir Allah kavramını geliştirmedi, yeni ve ender bir ahlâk düzeni de getirmedi. Bu husustaki talimatı geçmiş- teki peygamber, evliya ve ıslahatçılardan değişik değildi. Şimdi siz bana soracaksınız, o halde O'nun, insan tarihinin en büyük insanı olduğunu neden ilân ediyoruz? Bu sorunun cevabı şudur: Şüphesiz İnsanlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in dünyaya gelişinden önce de Allah'ın varolduğu ve tek olduğunu biliyorlardı. Fakat İnsanlar, "tevhid"i, yani Allah'ın tek oluşunun insan ahlâkıyla olan sıkı bağını gerektiği gibi bilmiyorlardı. Şüphesiz, İnsanlar ahlâk ve faziletin faydalı kurallarını biliyorlardı, ama bu kuralların insan hayatının çeşitli cephe ve yanlarını nasıl etkilediklerini bilmiyorlardı. Allah'a veya tek Tanrı'ya inanç, güzel ahlâk kuralları ve pratik hayat, kendileri açısından üç ayrı konu ve alandı ve aralarında herhangi bir mantıkî bağ, derin ilişki ve belli bir irtibat olduğunu sanmıyorlardı. 

Ama Hz. Muhammed (a.s.) bu üç mevzuyu birleştirip geniş bir hayat düzenine dönüştürdü. Sonra, bunlar arasında belli bir denge kurarak sadece hayal aleminde değil yaşadığımız dünyada yeşeren, büyüyen ve gelişen medeniyet ve kültürün temelini attı. Peygamber efendimiz (a.s.) Allah'a iman etmenin yalnızca felsefî bir hakikati kabul etmek anlamına gelmediğini belirtti. Peygamberimiz, mahiyeti itibariyle imanın belli bir ahlâk gerektirdiğini, bu ahlâkın görüntüsünün insanın pratik yaşantısında görülmesinin gerekli olduğunu bildirdi. Kendisine göre iman bir tohumdur. Bu tohum, insan nefsinde kök salıp yeşerince kendi tabiatına göre pratik hayatta tam bir ağaç oluverir. Bu ağacın gövdesinden dalları ve her bir yaprağına kadar, devamlı hareket halinde olan hayat suyu ve damarlarında dolaşmakta olan kan, tohum dediğimiz ahlâktan geliyor. Nasıl ki şeftali çekirdeğinden limon ağacı çıkmazsa, aynı şekilde kalbe ekilen tevhid çekirdeğinden de, damarlarında ahlâksızlığın ruhu bulunan maddeci bir vücudun doğacağı düşünülemez. 

Tek Allah'a inanma ve ibadet etme felsefesinden doğan ahlâk, gayet tabii ki şirk, dinsizlik ve ruhbanlıktan kaynaklanan ahlâktan çok farklı olacaktır. İnsan hayatıyla ilgili çeşitli felsefe ve ideolojilerin kendilerine mahsus tabiat ve huylan vardır. Her tabiat ve huy kendine özgü ahlâk kaide ve kanunların kabulünü gerektirir. Allah'ın tek oluşuna inanmak ve O'na tapınmaktan doğan ahlâkın kaide ve kuralları, sadece belli bir dini grupla veya din adamlarıyla ya da onların bulunduğu mâbed ve tekkeyle sınırlayanlarız. Bu ahlâk kuralları aslında, insan hayatının her yönü ve yanını ihtiva etmelidir. Bir tüccar ve-ya esnaf Allah'ı tanıyor ve O'ndan korkuyorsa, O'nun ticari faaliyetlerinde dürüst ahlâk kurallarının görülmemesi için herhangi bir sebep yoktur. Allah'tan korkan bir hâkimin adalet kürsüsünde ve bir polis memurunun görevli olduğu yerde "ilahî ahlâk"ın örneklerini vermesi gayet doğaldır. Aynı şekilde, bütün bir millet Allah'a tapıyor, O'ndan korkuyorsa, bütün vatandaşlık vazifelerinde, devlet işlerinde, ülke yönetiminde, iç ve dış politikasında, barışta ve savaşta her zaman ve her yerde Allah'ın hoşuna gidebilecek ve O'nun gazabını gerektirmeyecek ahlâk örneklerini vermesi gerekir. Aksi takdirde bu milletin Allah'a inanışı ve bağlılığı sadece lâfta kalır.


Gelecek Konu : Peygamber Efendimiz'in Güzel Ahlâka DairSözleri

18 Ekim 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Hz. Musa'nın Annesine Vahiy

"(Sen doğduğun zaman), annene vahyedileni vahyetmiştik."(Taha; 38)


"Biz Musa'nın annesine vahyettik ki ona süt versin. (Ve dedik ki) onun canından korktuğun zaman onu nehre indir ve hiç korkma, üzülme."(Kasas;7)

Yani, Hazreti Musa (a.s.)'nın validesi bu işi Allah'ın vahyi üzerine yapmıştı. Allah, ondan çocuğu hakkında endişelenmemesini, canının hiç tehlikede olmadığını, oğlunun ona tekrar döneceği ve bir gün bu çocuğun Allah'ın sevgili peygamberi olacağını bildirerek, fazla korkmamasını ve üzülmemesini istemişti.