"Hani Rabb'in Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karsı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin) şahit olduk" demişlerdi. (Bu) Kıyamet Günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir. Ya da "Bizden önce alalarımız şirk koşmuştu. Biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız, işleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?" dememeniz için". (A'raf; 172-173)
Yukarıdaki ayette dünyanın yaradılışı sırasında, yani ezelde, bütün insan soyunun girdiği bir anlaşmadan söz ediliyor. Bu anlaşmaya göre insanlardan Allah'a isyan bayrağını çekecek olanlar, kendi yaptıklarından tamamıyla sorumlu olacaklardır. Kendilerini savunurken ne habersiz olduklarını ileri sürebilecek, ne de doğru yoldan sapma yükünü geçmişteki insanlara atabileceklerdi. Yani Allah ile kullar arasında varılan ezelî anlaşmaya göre, her fert Allah'ın tek bir ilâh olduğuna kanaat getirmiştir. Bu sebeple, yolundan sapmış olan insan, kendi hatalarım ve kendi bilgisizliğini ne çevresine ve ne de geçmiştekilere mal edemez. Şimdi sorun şudur: Gerçekten böyle ezelî bir anlaşma yapıldıysa neden onun bilincinde değiliz, veya neden hafızalarımızdan silinmiştir? Bu soruyu bir yana bırakalım; bir kere biz şunu da biliyor muyuz ki, dünyamız yaratılırken Allah'ın huzuruna çıktığımızda, "Elestü birabbiküm" sorusu bize sorulmuş ve biz de "belâ" cevabını vermiştik?
Biz bu olayı bile hatırlamıyorsak, ezelî anlaşmayı hatırlayıp hatırlamamız aleyhte bir delil olarak nasıl kullanılabilir? Bu soruyu aslında şöyle cevaplamak mümkündür: Ezelî anlaşmanın hatırası insanın şuuru ve hafızasında taze bırakılsaydı, insanoğlunun dünya gibi bir imtihan yerine gönderilmesi tamamen anlamsız bir şey olacaktı. Çünkü bu durumda, imtihan ve deneme gibi kavramlar anlamını yitirecekti. Sonuç olarak ezeli anlaşmanın hatırası hafızada kalmamakla beraber, bu hadise şuuraltına ve vicdan'a bırakıldı. Bu olay, şuuraltı ve vicdan'la ilgili diğer bilgilerimiz gibidir. Medeniyet, kültür, ahlâk ve örf âdet alanlarında insanın bugüne kadar yaptığı ve başardığı işler aslında onun öz gücünden kaynaklanıyordu. Dış etkenler ve iç eylemlerin birleşmesiyle ancak kuvvede (öz güç) olanlar fiile geçmiştir. Şurası bir gerçektir ki, herhangi bir eğilim, terbiye, kültür, çevrenin etkinliği veya herhangi bir dahili uyarı ve etki, bir insanın kuvvesinde olmayan bir şeyi yaratamaz. Aynı şekilde bütün bu etken ve unsurlar, insanın kuvvesinde bulunan bir şeyi hiçbir şekilde ortadan kaldıramazlar.
Yapabilecekleri tek şey asıl tabiat ve huyunu saptırmaktır. Fakat her şeye rağmen kuvvede olan güç ve yetki özünü koruyabilir. Bu güç ve yetki ortaya çıkmaya ve dıştan gelen çağrıya tepki göstermeye hazırdır. Bilinçaltı ve vicdanî bilgilerimizin durumu işte böyledir. Bunlar kuvvemizde olup fiillerimizle ispatlanırlar. Bütün bu bilgilerimizin ortaya çıkması için dış hatırlatma, telkin, eğitim, öğretim ve düzenlemeye ihtiyacımız vardır. Bizde ortaya çıkanlar, aslında içimizdeki kuvvenin dıştan gelen çağrıya cevabından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, gerek iç duygular gerekse dış faaliyetlerle ıslah ve değişiklik yapmak mümkündür. Aynı durum kâinattaki gerçek mevkiimiz ve kâinatın yaratıcıyla olan ilişkileri konusunda edindiğimiz vicdani ilim için de geçerlidir.
Bunun varoluşunun bir kanıtı, insan ömrünün her döneminde,
yeryüzünün her noktasında, her yerleşim merkezinde, her ulus ve her nesilde kendisini göstermiş olması ve dünyanın hiçbir gücünün bunu tamamıyla yok edemeyişidir. Gerçeğe uygun olmasının bir delili de, ortaya çıkarak, fiilen hayatımıza yön verdiği zamanlarda iyi ve yararlı sonuçlar doğurmuş
olmasıdır. Vicdanî bilginin belirlenmesi ve pratik bir şekle bürünmesi her zaman dıştan gelen bir davetin etkisiyle mümkün olmuştur. Nitekim, peygamberler, kutsal kitaplar ve bunların takipçisi olan Hak yolunun yolcuları aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bu sebepten
dolayıdır ki, onlara Kur'an-ı Kerim'de "müzekkir" (hatırlatanlar) ve yaptıkları işlere "zikr" (hatırlatma), "tezkere" (hatıra), ve "tezkir" (hatırlatma) denilmiştir. Demek Nebi'ler, Kitaplar ve Hakk'a davet edenler, İnsanlar için yepyeni bir şey getirmez, aksine onlarda daha önceden var olanları keşfedip tekrar ortaya çıkarırlar.