Bu Blogda Ara

2 Haziran 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Tarihi Oluşturan Şahsiyet

Şurası bir gerçektir ki bu insan, kendi çevresinin ürünü değildi. Fakat bu noktayı iyice inceleyecek olursak, şahsiyetinin zaman ve mekân sınırlarını da aştığını göreceğiz. Uzak görüşlülüğü çağın koşullarını bir yana bırakıp yüzyılları bir anda kapsamıştır. O, bütün insanları zaman tünelinden geçirmiş, onları her çağda ve her ortamda tasavvur edebilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, İnsanlar için her
devirde ve her şart altında geçerli ve uygulanabilir hayat kurallarını tanzim etmiştir. O, tarihin yıprattığı kişi ve varlıklardan değildir. O, diğer büyük şahsiyetler gibi sadece kendi çevresi veya dönemi için iyi sayılan bir lider değildir. O, herkesten ayrı, herkesten seçkin öyle liderdir ki tarihin akışıyla hareket etmiş ve her çağda kendi çağındaki kadar yeni ve ilerici görülmüştür.


Genelde cömertçe "tarihi oluşturanlar" olarak vasıflandırılan kişiler aslında "tarihin oluşturduğu" kişilerdir. Gerçekten bütün insanlık tarihinde "tarihi oluşturan" bir tek kişi varsa, o da işte peygamberdir. Tarihi, araştırıcı bir zihniyetle ele alacak olursak, bütün ihtilâl, inkılap ve ıslahat yapan kişi ve liderlerin zamanın şartlarından büyük ölçüde yararlandıklarını görürüz. Pek çok durumlarda bugün ani ve harikulade olarak nitelendirebileceğimiz devrim ve
değişiklikler için şartların hazır olduğunu anlayabiliriz. Çoğu hallerde devrim için zeminin elverişli olduğuna, hatta devrimin yönünü tayin edecek şartların bulunduğuna tanık oluruz. Bir devrimcinin görevi bu şartları fikirden eyleme dönüştürmek olmuştur. Yani başka bir deyimle, büyük devrimci ve devlet adamı dediğimiz pek çok lider, genellikle sahnesi hazır ve rolü belirlenmiş birer oyuncudan farksızdır. Fakat, tarihi oluşturan ve gerçek bir devrim yapan bu kişiye bakın ki ihtilâl ve inkılâbın şartlarını kendisi oluşturmuştur, inkılâb için
malzemeyi kendisi hazırlamıştır. İnkılâbın ruhu ve bunu gerçekleştirecek, yaşatacak hiçbir şey ortada yokken, yeni bir ruh, yeni bir insan türü ortaya koymuştur. Kendi kişiliğini eriterek binlerce kişinin kalbine girmiş ve onları istediği hale ve kıvama getirmiştir. Kafa ve kalp birliği ve çelik gibi irade gücüyle devrimin şartlarını kendisi hazırlamıştır. Bu devrimin şeklini ve yönünü kendisi tayin etmiştir. Sonra yine kendi irade gücüyle hadiselerin seyrini değiştirmiş ve istediği istikâmete götürmüştür. Tarihin oluşumunu böylesine etkileyen ve böylesine harikulâde bir değişimi meydana getiren bir başka, inkılabçı var mıdır?

Şimdi gelin şu soruyu kendi kendimize soralım: Bin dört yüz yıl önceki karanlık dünyada, Arabistan gibi en karanlık ülkenin bir köşesinde önce çobanlık, daha sonra ticaretle uğraşan, okuma yazması olmayan bir kişide bu âni değişiklik,
bu muazzam devrim nasıl meydana geldi? Nasıl oldu da bu sade vatandaş böyle münevver bir kişi oluverdi? Bunca güç, bilgi, yetenek ve terbiyeyi nerden kazandı? Siz derseniz ki bunların hepsini kendisi bulmuştu, hayal gücünü kullanmıştı. Ben derim ki eğer bunları kendisi bulmuşsa O'nun peygamberlik değil, tanrılık iddiasında bulunması gerekirdi. Şayet o böyle bir iddiada bulunsaydı, Rama'yı ilâh ilan eden, Krişna'yı mücessem tanrı olarak kabul eden, Buda'ya tapmaya başlayan, Hz. Îsa'yı kendiliğinden Allah'ın oğlu mevkiine çıkaran ve hatta ateş ile rüzgar ve suya tapan bu dünyanın insanları, böylesine dirayetli ve meziyetli bir kişiyi tanrı olarak kabul etmekten çekinmezlerdi. Fakat bakın O, kabiliyetini ve fevkalâde kuvvetlerini kendisine mal etmiyor ve "ben de insanım, tıpkı sizin gibi, hiçbir şey benim değildir. Bende ne varsa Allah vergisidir. Bütün dünyada eşi bulunmayan bu kelâm, bu harika sözler benim değildir, bu benim kafamın mahsulü değildir. Bu, kelimesi kelimesine Allah'tan gelmiştir ve bunun için bütün hamdler Allah'a olsun.

Başardığım işlerin, çıkardığım kanunların, size öğrettiğim usullerin hiçbiri, ama hiçbiri, düzmece değildir. Benim aklım ve gücüm bu büyük işleri başarmaya yetmez. Adım adım Rabbimi izlerim, her konuda benim yol göstericim O'dur. Her
an O'na muhtacım. Bana O'ndan işaret gelir gelmez ağzımı açar, adımımı atarım" diyor. Bakın bu sözler ne kadar harikadır. Ne kadar doğru ve samimidir. Bir yalancı kendisini haklı çıkartmak ve büyütmek için elinden gelen yalanları uydurur, yapamadıklarını yaptığını söyler, başkalarının mallarının kendisine ait olduğunu iddia eder. Ama Peygamber, kendisinde bulunan meziyetlerin, şahsi meziyet ve kabiliyetler olduğunu iddia etseydi bile başkaları O'nu yalanlayamazdı. Zira, bunu tesbit edecek imkânları yoktu. Doğruluk ve içtenliğin bundan daha büyük kanıtı olabilir mi? Çok gizli yollarla edindiği bilgi ve yeteneklerinin kaynağını başkalarına açıklamaktan çekinmeyenden daha doğru ve dürüst biri olabilir mi? Söyleyin bana, neden O'na iman etmeyelim, neden peygamberliğini teyid etmeyelim?

Hiç yorum yok: