Eskiden her cemiyete, her millete ve her memlekete peygamberler gelirdi. Hatta bir millete bazen birkaç peygamberin geldiği olurdu. Bu Peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı nispeten küçük bir bölgeye yerleşmiş küçük grup ve cemiyetlere kadar sınırlı olurdu. Bir peygamberin mesajının başka cemiyet ve milletlere ulaşması hemen hemen imkânsızdı. Zira, o devirlerde muhtelif yerleşim merkezleri ve insan grupları arasında herhangi bir bağlantı yoklu.
Ulaşım zorlukları nedeniyle birbiriyle temas etmeleri, kaynaşmaları mümkün değildi. Her millet adeta kendi memleket hudutları içinde mahsur durumdaydı. Böyle bir durumda cihanşümul ve geniş kapsamlı bir dini felsefe ve mesajın çeşitli milletlere yapılması söz konusu değildi. Çeşitli toplumların durumu değişik olduğu için düşünce ve inançları da değişikti. Her tarafta yaygın olan cehalet, iman ve ahlâkı temellerinden sarsmıştı. Bu sebeple, Allah'ın peygamberlerinin her topluma ve her ulusa ayrı ayrı şekilde ve metotlarla doğru yolu göstermeleri gerekti. Görevleri, sapık düşünce ve inançlara yavaş yavaş son verip yerlerine doğru inancı tesis etmekti. Amaçları, cahili düşünce, örf ve âdetleri ortadan kaldırıp en büyük yaratıcı olan Allah'a ve O'nun kanunlarına saygılı olmalarını öğretmekti. Nebi veya Rasûller, cahil ve yollarından sapmış olan toplumları tıpkı birer çocuk gibi yetiştirmeli, onlara edeb ve terbiye öğretmeliydiler. Bu gibi ilâhî talim ve terbiye için binlerce sene sarf edildi.
Nihayet, insanoğlu talim ve terbiyenin çocukluk devresini geçirip gençlik çağına girdi. Bilim, teknik, sanat, ticaret ve kültürün gelişmesiyle milletler arasındaki ilişkiler de arttı. Çeşitli uluslar ve toplumlar birbirini tanıdı, onlarla çeşitli alanlarda temaslar kurdu. Çin ve Japonya'dan Avrupa ve Afrika'nın uzak köşelerine kadar kara ve deniz yolları açıldı. Bazı kavimler yazıyı icat etti ve başkalarına yaymaya çalıştılar. Okuma, yazma imkânlarının artmasıyla ilmi ve kültürel değişim için zemin hazırlandı. Birkaç büyük hükümdar ve fatih ortaya çıktı ve birkaç millet ile ülkenin bir tek siyasi nizamın altına girmelerine sebep olan fütuhata giriştiler ve muazzam imparatorluklar kurdular. Böylece çok eski çağlarda insan grupları arasında görülen irtibatsızlık ve kopukluk ortadan kalktı.
Artık tek İslâm dini, tek ilâhî felsefe ve şeriatın bütün dünyaya yayılması için şartlar oluşmuştu. Aslında, bundan 2.500 yıl önce insan uygarlığı o dereceye gelmişti ki insanoğlu kendiliğinden evrensel ve ortak bir din aramaya başlamıştı. Nitekim, tam bir din sayılmayan ve sadece birkaç ahlâkî ve sosyal kuraldan ibaret olan Budizm, Hindistan sınırlarını aşıp bir taraftan Japonya ve Moğolistan'a kadar ve diğer taraftan Afganistan ve Buhara'ya kadar yayılmıştı.
Budist misyonerler dinlerini daha da uzak noktalara kadar ulaştırmaya çabalıyorlardı. Gerçi Hz. Îsa (a.s.)'nın, beraberinde getirdiği din İslamiyet’ti, ancak taraftarları bunun özünü değiştirip buna Hıristiyanlık adını takıverdiler. Hıristiyanlar bu tahrif edilmiş dini İran'dan Afrika'ya ve Avrupa'nın en ücra köşelerine kadar yaydılar. İşte bu hakikatler gösteriyor ki, medeniyet ve kültürün gelişmesiyle İnsanlar büyük, geniş ve kapsamlı bir dini kendiliğinden arar olmuşlar ve bu arzu ve ihtiyaçları öylesine artmıştı ki, tam ve mükemmel bir din olmadığı halde eksik ve tahrif edilmiş dinleri kabul etmeye başlamışlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder