Mutasavvıflardan bazıları, "Bedenin gözü olduğu gibi kalbin de gözü vardır. İnsan zahirî şeyleri bedenî gözle, eşyanın hakikatini ise kal-bî gözle görür" derler. Peygamber Efendimiz (s.a.v)
"Her kulun kalbinde iki göz vardır ki onlarla gaybı idrak eder. Allah bir kuluna hayır murad ederse o kulun bedenî gözlerle göremediği şeyi görebilmesi için kalbî gözlerini açar"™ buyurmuşlardır. Nefs-i natıka bedenin ölmesiyle ölmez. Çünkü Allah Teâlâ onu kendi kapısına çağırmakta ve ona, "Rabbine dön" diye hitap etmektedir. Onun bedenden yüz çevirip ayrılmasıyla, tabii ve hayvanî kuvvetlerin tesiriyle ortaya çıkan haller âtıl bir vaziyet alır, hareket söner. İşte
ölüm denilen hadise budur. Bu sebeple mutasavvıflar tabii ve hayvanî ruha nazaran nefs-i natıkaya daha çok itimat ederler. Nefs-i natıka, Bârî-i Teâlâ'nın emrinden olduğu için bedende bir yabancı (garip) gibidir. Yüzü daima aslına ve döneceği yere doğrudur. Beşerî kirlerle kirlenmediği ve kuvvetli olduğu takdirde daha çok ilâhî kaynaktan istifade eder.
Ey kardeşim, nefs-i natıkanın bir cevher, bedenin de onun için hazırlanmış bir mekân olduğunu öğrendin. Bedenin araz olduğunu, cevher olmaksızın mevcudiyetini devam ettiremeyeceğini anladın. Yine bilmiş ol ki, cevher bir mahalde sürekli bir şekilde kalmaz. Öyleyse beden ruh için daimî bir mekân değildir. Bilakis, onun geçici bir müddet kullandığı bir alet ve merkeptir.
Ruh, bedenin cüzlerine bitişik olmadığı gibi, onlardan ayrı da değildir. Belki bedene ilişerek onu aktif bir hale getirmiş ve feyizlendirmiştir. Ruhun nurunun zahir olduğu ilk yer dimağ (beyin) olup, burası onun kendisini gösterdiği, ona has bir karargâhtır. Ruh, dimağın ön kısmını bekçi, ortasını vezir ve müdür, arka kısmını hazine ve hazinedar yapmıştır. Bedenin bütün cüzlerini de kendisine yaya ve atlı asker kılmıştır. Hayvanî ruhu hizmetçi, tabii ruhu vekil yapmış, bedeni merkep, dünyayı meydan, hayatı meta ve mal, hareketi ticaret, ilmi kazanç, âhireti maksat ve dönüş yeri, şeriatı yol ve kaynak, nefs-i emmâreyi gözcü ve koruyucu, nefs-i levvâmeyi tembihçi, duyuları casus ve kontrolcü, dini zırh, aklı üstat, hissi talebe kılmıştır. Bunların hepsinin ötesindeki gözetleyici âlemlerin rabbi olan Allah'tır.
Nefs-i natıka, bu sıfatları ve aletleriyle kesif olan bedene orada kalmak için gelmemiş, ona bitişmemiş, belki ona hafifçe ilişerek ifade kazandırmış, onun vechini Bârî-i Teâlâ'ya yöneltmiştir. Nefs-i natıkanın belirli bir müddet bedende kalıp, ona anlam vermesi ve fayda sağlaması takdir olunmuştur. O, bu zaman zarfında, bu kısa seferinde sadece ilim tahsiliyle meşgul olur. Çünkü ilim onun âhiretteki ziynetidir. Mal ve evlâtlar da bu dünyanın ziynetidir. 20 Kehf 18/46.
Nitekim mevcut olan her şeyin belirli bir vazifesi vardır. Göz görülebilecek şeyleri görmekle, kulak sesleri duymakla görevlendirilmiş, dil kelimeleri telaffuz etmeye müsait bir surette yaratılmıştır. Bunun gibi hayvanî ruh şehevî ve gazabî lezzetleri ister; tabii ruh yeme ve içmeden hoşlanır; nefs-i natıka ömrü boyunca ilimle meşgul olmayı arzular. Bedenden ayrılık vakti gelene kadar ilimle bezenir. Şayet ilmin haricinde bir hal kabul ederse, onu kendisi istediği ve sevdiği için değil, bedenin maslahatı icabı kabul eder.
Ey kardeşim, insan ruhunun hallerini, bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirdiğini, ilme olan aşkını ve arzusunu öğrendikten sonra artık senin ilmin kısımlarını bilmen gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder