Bu Blogda Ara

Hz. Peygamberin Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Peygamberin Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2015 Cumartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlik ve Ezeli Anlaşma


"Hani Rabb'in Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karsı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin) şahit olduk" demişlerdi. (Bu) Kıyamet Günü: "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir. Ya da "Bizden önce alalarımız şirk koşmuştu. Biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız, işleri bâtıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?" dememeniz için". (A'raf; 172-173)


Yukarıdaki ayette dünyanın yaradılışı sırasında, yani ezelde, bütün insan soyunun girdiği bir anlaşmadan söz ediliyor. Bu anlaşmaya göre insanlardan Allah'a isyan bayrağını çekecek olanlar, kendi yaptıklarından tamamıyla sorumlu olacaklardır. Kendilerini savunurken ne habersiz olduklarını ileri sürebilecek, ne de doğru yoldan sapma yükünü geçmişteki insanlara atabileceklerdi. Yani Allah ile kullar arasında varılan ezelî anlaşmaya göre, her fert Allah'ın tek bir ilâh olduğuna kanaat getirmiştir. Bu sebeple, yolundan sapmış olan insan, kendi hatalarım ve kendi bilgisizliğini ne çevresine ve ne de geçmiştekilere mal edemez. Şimdi sorun şudur: Gerçekten böyle ezelî bir anlaşma yapıldıysa neden onun bilincinde değiliz, veya neden hafızalarımızdan silinmiştir? Bu soruyu bir yana bırakalım; bir kere biz şunu da biliyor muyuz ki, dünyamız yaratılırken Allah'ın huzuruna çıktığımızda, "Elestü birabbiküm" sorusu bize sorulmuş ve biz de "belâ" cevabını vermiştik?

 Biz bu olayı bile hatırlamıyorsak, ezelî anlaşmayı hatırlayıp hatırlamamız aleyhte bir delil olarak nasıl kullanılabilir? Bu soruyu aslında şöyle cevaplamak mümkündür: Ezelî anlaşmanın hatırası insanın şuuru ve hafızasında taze bırakılsaydı, insanoğlunun dünya gibi bir imtihan yerine gönderilmesi tamamen anlamsız bir şey olacaktı. Çünkü bu durumda, imtihan ve deneme gibi kavramlar anlamını yitirecekti. Sonuç olarak ezeli anlaşmanın hatırası hafızada kalmamakla beraber, bu hadise şuuraltına ve vicdan'a bırakıldı. Bu olay, şuuraltı ve vicdan'la ilgili diğer bilgilerimiz gibidir. Medeniyet, kültür, ahlâk ve örf âdet alanlarında insanın bugüne kadar yaptığı ve başardığı işler aslında onun öz gücünden kaynaklanıyordu. Dış etkenler ve iç eylemlerin birleşmesiyle ancak kuvvede (öz güç) olanlar fiile geçmiştir. Şurası bir gerçektir ki, herhangi bir eğilim, terbiye, kültür, çevrenin etkinliği veya herhangi bir dahili uyarı ve etki, bir insanın kuvvesinde olmayan bir şeyi yaratamaz. Aynı şekilde bütün bu etken ve unsurlar, insanın kuvvesinde bulunan bir şeyi hiçbir şekilde ortadan kaldıramazlar. 

Yapabilecekleri tek şey asıl tabiat ve huyunu saptırmaktır. Fakat her şeye rağmen kuvvede olan güç ve yetki özünü koruyabilir. Bu güç ve yetki ortaya çıkmaya ve dıştan gelen çağrıya tepki göstermeye hazırdır. Bilinçaltı ve vicdanî bilgilerimizin durumu işte böyledir. Bunlar kuvvemizde olup fiillerimizle ispatlanırlar. Bütün bu bilgilerimizin ortaya çıkması için dış hatırlatma, telkin, eğitim, öğretim ve düzenlemeye ihtiyacımız vardır. Bizde ortaya çıkanlar, aslında içimizdeki kuvvenin dıştan gelen çağrıya cevabından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, gerek iç duygular gerekse dış faaliyetlerle ıslah ve değişiklik yapmak mümkündür. Aynı durum kâinattaki gerçek mevkiimiz ve kâinatın yaratıcıyla olan ilişkileri konusunda edindiğimiz vicdani ilim için de geçerlidir. 

Bunun varoluşunun bir kanıtı, insan ömrünün her döneminde,
yeryüzünün her noktasında, her yerleşim merkezinde, her ulus ve her nesilde kendisini göstermiş olması ve dünyanın hiçbir gücünün bunu tamamıyla yok edemeyişidir. Gerçeğe uygun olmasının bir delili de, ortaya çıkarak, fiilen hayatımıza yön verdiği zamanlarda iyi ve yararlı sonuçlar doğurmuş
olmasıdır. Vicdanî bilginin belirlenmesi ve pratik bir şekle bürünmesi her zaman dıştan gelen bir davetin etkisiyle mümkün olmuştur. Nitekim, peygamberler, kutsal kitaplar ve bunların takipçisi olan Hak yolunun yolcuları aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bu sebepten
dolayıdır ki, onlara Kur'an-ı Kerim'de "müzekkir" (hatırlatanlar) ve yaptıkları işlere "zikr" (hatırlatma), "tezkere" (hatıra), ve "tezkir" (hatırlatma) denilmiştir. Demek Nebi'ler, Kitaplar ve Hakk'a davet edenler, İnsanlar için yepyeni bir şey getirmez, aksine onlarda daha önceden var olanları keşfedip tekrar ortaya çıkarırlar.



16 Ekim 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlere Verilen Gayb İlmi

Peygamberlere, sadece kullara ulaştırılması gereken kadar gayb ilmi verildiğini zannetmek doğru değildir. Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin verdiği bilgiler bunun tam tersinedir. Kur'ân-ı Kerim'de Yakub (a.s.)'un kendi oğullarına şöyle bir nasihatte bulunduğu kaydediliyor:


"Ben Allah tarafından sizin bilmeyeceğiniz (nice) şeyleri de biliyorum." (Yusuf; 86)

Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de, çeşitli milletlere Allah'ın azabı (felâketi) gelmeden önce, o milletlerin peygamberlerine peşinen haberler yollandığı, ancak bu peygamberlerin kendi ümmetlerine gelecek felâketin kesin zamanı ve durumu
hakkında etraflıca bilgi vermedikleri defalarca anlatılmıştır. Hazreti Nuh (a.s.)'a o kadar önceden felâketin haberi verilmişti ki tufan'a kadar olan zamanda koskoca bir tekne yapabildi. Ancak Nuh (a.s.) ümmetine "büyük bir sel felâketi geliyor" diye açıkça bilgi vermedi. Ayrıca, Hazreti Muhammed (s.a.v.)e de ümmetinin hiçbir zaman haberdar olamadığı pek çok şeyler hakkında bilgi verildiği hadislerden anlaşılıyor. Nitekim bir defasında hutbede Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Ey Muhammed ümmeti, vallahi, benim bildiklerimi siz bilseydiniz, az gülecek ve çok ağlayacaktınız" (Buhari). Başka bir yerde de şöyle dediler: "Ben sizi önünüzden gördüğüm gibi arkanızdan da görürüm (Buhari). Kısacası, pek çok âyet ve hadislerden anlaşılan odur ki; peygamberlere gayb hakkında verilen bilgiler, ümmetlerine ulaşmış olan gayb hakkındaki bilgilerden daha fazladır. Gerçekten, aklın hükmü de aynı istikametledir. Çünkü, kullar için yalnızca iman ve itikatlarını ilgilendiren gayb ilmine sahip olmaları yeterlidir. Buna karşılık, peygamberlere, peygamberlik görevini yerine getirdikleri sırada ihtiyaç duyabilecekleri daha pek çok bilgiler verilmesi gerekir. Nasıl ki devletin politikası ve işlerinden vali
ve büyükelçilerin belirli bir sınıra kadar haberdar olmaları ve teba ile vatandaşların buna karşı çok az miktarda devlet politikası ve sırlarını bilmeleri gerekiyorsa, Allah'ın saltanatında da durum aynıdır, ilâhî devletin bazı sırları
vardır ki, bunları ancak bir ölçüye kadar özel temsilcileri ve peygamberi bilebilirler, diğer kullarının bunları bilmeleri gerekmez. Gayb hakkındaki bilgi, peygamberlerin işini kolaylaştırırken kullar bu bilgiye ne ihtiyaç duyar ne de
tahammül edebilirler. Bir genelleme yapmak gerekirse, diyebiliriz ki, bir Nebinin ilmi, Allah'ın ilminden az, ama kulların ilminden fazla oluyor. Bu ilim ve bilginin kesin ölçüsü ise yoktur.


İnsan toplumunda peygamberin mevkii ve görevi son derece önemli ve naziktir. Alelade bir insanın hayatında meydana gelen ufak tefek şeyler hiçbir önem taşımaz. Fakat bir peygamberin hayatında görülen en ufak bir olay ve
ağzından çıkan en basit bir söz kanun derecesinde ehemmiyet taşır. Bu nedenle, peygamberlerin en küçük hareketlerinin bile Allah'ın koyduğu sınırlan taşmaması için hayatları sıkı bir denetim allında bulundurulmuştur. Şayet peygamberlerden böyle bir hata sadır olmuşsa derhal ıslahına gidilmiş, hemen
düzeltilmiştir. Çünkü ancak bu şekilde İslâmiyetin kanun ve kuralları, zerre kadar değişikliğe ve tahrife uğramadan, sadece Allah'ın kitabı yoluyla değil, peygamberin sireti, hayatı, hareket ve sözleriyle kullara aktarılabilirdi.

15 Ekim 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Rasûllerin Dünyaya Geliş Sebepleri 2


Kur'an-ı Kerim'in bize anlattığı gibi, peygamberler bi'setten önce diğer bütün İnsanlar gibi ilim ve marifetin çeşitli kademelerinden geçip "iman bil-gaib" (gaybe iman) noktasına ulaşmış olurlar. Vahyin yararı sadece şu olur. Önceden kalben inanmış oldukları bazı hakikatler vahiyle tasdik ve teyid edilmiş olur. Peygamberler bazen vahiy yoluyla hakikatleri kendi gözleriyle görmüş olurlar. Tâ ki gördüklerini insanlara bambaşka bir inanç ve bambaşka bir heyecanla anlatabilsinler. Bu husus Hûd sûresinde defalarca beyan edilmiştir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında şöyle buyurulmuştur: "O halde, Rabbi tarafından parlak bir delil üzerinde olan (yani mantıkî ve tabii bir hidayette olan) ve daha sonra Allah tarafından bir Sahil (yani Kur'an) gelmesinden sonra ve daha önce Hz. Musa’nın kitabı da rehber ve rahmet olarak dururken (o şahıs bunun doğruluğuna şüphe edebilir mi?" (Hûd; 17) Bundan sonra aynı mevzu Hazreti Nuh (a.s.) tarafından dile getirilmiştir. "Ey ümmetimin insanları, biraz düşünsenize, eğer ben Rabb'im tarafından aydın ve parlak bir delil üzerinde idim ve daha sonra bana rahmet (vahiy ve peygamberlik) bahşettiyse ve siz halâ bunun farkında değilseniz, ben bunu (delil) size zorla mı kabul ettireyim?" (Hûd; 28)

Aynı meseleyi aynı sûrede Hazreti Salih ve Hz. Şuayb tekrarlıyor. Bundan anlaşılacağı gibi, vahiy ile Hakikat hakkında doğrudan bilgi sahibi olmadan önce, peygamberler müşahede ve tefekkür gibi doğal yeteneklerini kullanarak,
Tevhid'in gerçeklerine ulaşmış olurlardı. Bu bilgileri vehbî değil kesbî olurdu: Daha sonra Allah onlara vahiy indirirdi, böylece vehbî ilme de erişmiş olurlardı, peygamberlerin bu murakabe, müşahede, tefekkür ve sağduyularını kullanmaları, filozof ve düşünürlerin yürüttükleri tahmin ve
spekülasyonlardan tamamıyla ayrı şeylerdi. Bunlar aslında, Kur'an-ı Kerim'in her insanı ölçmek için kullandığı ölçülerdi. Nitekim mukaddes kitabımız bize sık sık gözlerimizi açıp, Allah'ın kudretini görmeyi ve doğru sonuçlar çıkarmayı
öğütler.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlerin Ortak Çağrısı 3. Bölüm


İnsanın Allah'a kul olmayıp, kendi nefsine uyması ve Allah'ın emirlerini bir kenara iterek ahlâk, cemiyet ve medeniyetleri için başka başka temel ve ilkeler aramaları bütün kötülüklerin kaynağı olup başlı başına bir fesattır. Bu
temel fesat, dünyada türlü türlü kötülüklere yol açar. İşte bu fesâdı durdurmak ve yok etmek için dünyaya Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. Bu fesat da sırf insanın cehaleti ve nankörlüğünden doğar. Dünya iyilik ve güzellik üzerine kurulmuşken insanların bilgisizliği ve ayaklanması onun uyumunu bozmuştur. Bu bakımdan insan hayatının cehalet, vahşet, şirk, isyan ve ahlakî bozuklukla değil, iyilik ve dürüstlükle başladığını söylemek daha doğru olur. Kötülük sonradan gelmiştir. Bu kötülüğe son vermek ve hayata yepyeni bir düzen getirmek gayesiyle, Allah dünyaya, zaman zaman peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler de gelip aynı telkinde bulunmuşlardır. "İyiliğe, doğruluğa dönün, fesat'tan sakının." Nübüvvet iddiası, hayat düzeninin tümünü
değiştirme iddiasından ibarettir. Bu düzen değişikliğinin içine tabi ki siyasi nizam da girer. Bir kişinin kendisini Alemlerin Rabbi'nin temsilcisi olarak insanlara tanıtması, onların kendisine kayıtsız şartsız ve tam olarak itaat etmelerini istemesi demektir. Çünkü Allah'ın temsilcisi ve naibi başkalarına tabi olamaz. Bir kâfirin hükümranlık hakkını tanımak risalet geleneğine tamamen aykırıdır.

13 Ekim 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlerin Ortak Çağrısı 2. Bölüm


Allah tarafından kavmine gelen elçi'nin görevi, kavmini itaatsizlik ve is-yan'dan alıkoymaktan başka bir şey değildir. Bütün peygamberler insanları tek Allah'a itaat etmeye ve O'na bağlı kalmaya çağırmışlardır. Kur'an-ı Kerim'de Nebilerin dünyaya gelişinin maksadı bir başka türlü de anlatılmıştır: "Bütün bu Rasûl'ler, müjde vermek ve korkutmak için dünyaya gönderilmiştir ki bundan sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın". (Nisa; 165) 2[2] Hz. Îsa (a.s.)'nın davetine önemle dikkat etmek gerekir. Çünkü, Peygamber Efendimiz'den önceki son peygamber O idi ve dünyaya getirdiği talimat büyük değişikliğe
uğradı. Yani, bütün peygamberler aynı amaç için gönderilmişti. Allahu Teâlâ insanlara son hüccetini göstermek istiyordu. Böylece, son mahkemede yolundan sapmış olan bir suçlu, karşısına çıkıp, "Ya Rab, ne yapalım, hiç haberimiz yoktu, Sen bize gerçeği anlatmak için de herhangi bir tedbir de
almamıştın" diye özür beyan edemeyecekti. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah (cc.) dünyanın çeşitli kesimlerine peygamberlerini gönderdi ve kitaplarını indirdi. Bu peygamberler bazen çok sayıda insanlara Allah'ın talimatını ilettiler, ayrıca aralarında insanlara yol gösterecek kitaplar bıraktılar. Bu kitaplar her zaman varolmuştur. Şimdi biri doğru yolu bırakıp yanlış yola sapıyorsa, bunun sorumluluğu elbette ki Allah ve Rasullerine ait değildir. Sorumluluk, Allah'ın davetinin kendisine ulaştığı, ama onu değerlendiremeyen o kişiye ya da doğru yoldan haberdar olmalarına rağmen, yanlış yolu takip edenleri uyarmayanlara
aittir.

Nebi’ler ve Rasûl'ler, Hakk'a davet etmelerinin yanı sıra, itaate lâyık kişilerdir de. Kur'an-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:
"Biz Rasûl'leri de gönderdik ki Allah'ın izniyle onlara itaat edilsin". (Nisa; 64)
Demek oluyor ki, Rasuller sadece Allah'a iman edilmesini bildirmek için gönderilmedi. Peygamberler yanlarında uyulması ve yaşanması gereken bir nizamı da getirmişlerdi.

Bu şartlarda, onlara inanıp başkalarına tâbi olmak düpedüz tutarsızlıktır. Peygamber'e geldiklerine inanıldıktan sonra başka kanunlar bir yana bırakılmalıdır. Peygamberin getirdiğine uyularak yaşanmalıdır. Eğer yaşanmıyorsa, inanmanın anlamı kalmaz. Din'i galip ve üstün getirme görevi de peygamberlere aittir. Meselâ, şu ayet-i kerimeye bakın:
"Kendi peygamberini hidayetle ve Hak diniyle, dinlerin her türlüsüne galip gelmek için (dünyaya) gönderen elbetteki Allah'tır." (Tevbe; 33)

Metinde "ed-din" kelimesi kullanılmıştır. Bunu "dinlerin her türlüsü"ne çevirdik. Din kelimesi Arapçada delil, burhan ve belgelerle kabul edilen ve emrine uyulan bir kişinin kurduğu hayat tarzı ve hayat nizamı anlamına gelir. Burada görüldüğü gibi, peygamberlerin dünyaya gelişinin maksadı, yanında getirdiği hidayet ve Hak dinini, din nevinden her şeye galip getirmekti. Başka bir deyimle, peygamber'in getirdiği din ve hayal tarzının, başka bir dine veya hayat tarzına bağlı kalması düşünülemez. Peygamber, yeryüzünün ve göklerin
Hakiminin temsilcisi olarak dünyaya gelir ve amacı da getirdiği din ve sistemi başka sistemlere galip kılmaktır. Şayet peygamberin gelişinden önce dünyada örneğin zımmiler (gayri müslim)inki gibi, başka bir düzen varsa, cizye ödeyerek ve peygamberlerin getirdiği nizama tabi olarak kendi düzenlerini sürdürebilirler.

12 Ekim 2015 Pazartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlerin Ortak Çağrısı 1. Bölüm

Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz ki peygamberler belirli aralıklarla dünyaya geliyor ve ümmetlerini hep aynı şeylere davet ediyorlar.



"Ey milletim, Allah'a itaat ediniz. O'ndan başka ilâhınız yoktur." İster Babil toprakları olsun, ister Sodom, Medyen, Hicr veya Nil vadisi. İster Hazreti Îsa (a.s.) dan 40 yüzyıl önce, ister 20 yüzyıl, 10 yüzyıl önce olsun. İster bağımsız ve özgür bir millet olsun, ister köle ve perişan bir ümmet olsun. İster gelişmenin en alt seviyesinde olsun, ister medeni ve siyasi kalkınma ve refahın en üstü düzeyinde bulunsun, her yerde, her devirde ve her ulusta Allah'ın elçileri hep aynı tavsiye ve telkinlerde bulunmuşlardır. Öğütledikleri hep aynıdır. "Allah'a dönün, O'na bağlanın, O'ndan başka bir ilâh yoktur." 

Hazreti İbrahim (a.s.) ümmetine açık açık şöyle demişti: "Her şeyin özü olan Hak Teâlâ'yı kabul etmedikçe sizin aranızda müşterek herhangi bir bağ, gerçek herhangi bir işbirliği olmayacaktır." Hazreti Musa (a.s.) Firavun'a gitmeden önce kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunu ilân etti ve herkesi kurtuluşa ve doğruya çağırdı. Firavun'a da dedi ki, "sen Rab olamazsın, çünkü Rab olan her şeyi yaratan ve herkese yaşama imkânı veren Allah'dır." Hazreti Îsa (a.s.), Romalıların kölesi haline gelen Beni İsrail'i ve diğer kavimleri, Roma imparatorluğu ve sömürgeciliğine karşı isyan bayrağını çekmeğe değil, tek Allah'a inanmaya ve doğru yolu takip etmeye davet etti. 

Görüldüğü gibi, Kur'an-ı Hakim'de anlatılan bu olaylar başka bir dünyaya değil, bugün içinde yaşadığımız dünyaya aittir. Ayrıca Kur'an'da sözü geçen İnsanlar da bizim gibi insandılar. Şimdi, Nebilerin geldiği ülke ve milletlerin çözüm bekleyen diğer herhangi bir siyasi, ekonomik, toplumsal sorununun bulunmadığı iddia edilemez. 

Bu gibi sorunlar vardı ve her zaman süregelmiştir. Ancak İslâm hareketinin her önderi -yani peygamberler- değişik yörelerdeki insanları Tevhid'e davet etmeyi her şeyden üstün tutmuştur.

Her türlü ulusal, bölgesel, siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunları bir yana bırakarak Hakk'a davete öncelik tanımışlardır. Hazreti Îsa (a.s.) Beni İsrail'i Hakk'a çağırırken, dünyaya gelişinin sebebini anlattı: "(Ben), benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabb'inizden bir ayetle geldim; o halde Allah'tan korkun, bana itâat edin! 'Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O'na kulluk edin, doğru yol budur". (Al-i İmran; 50-51)


Demek oluyor ki, bütün Nebi’ler gibi Hazreti Îsa (a.s.)'nın daveti de şu üç önemli noktaya dayanıyordu:

Birincisi, bütün insanların itaat etmesi gereken bir üstün otorite vardır. Bu otorite Allah'a aittir. Hayatın ve uygarlığın esası bu temel üzerine kurulmalıdır.

İkincisi, bu üstün otoritenin temsilcisi olan, peygambere itaat şarttır.


Üçüncüsü, insanın hayatını düzenleyen ve yönlendiren kanun ve nizam ancak Allah'ın koyduğu kurallardan müteşekkildir. İnsan'ın hem varlık sebebi, hem de yok olma sebebi, O'nun bahşettiği kanun ve düzendir. Bunun dışındaki bütün kanun ve kurallar geçersiz sayılmalıdır 2[2].


Demek ki, Hz. Îsa, Musa, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve diğer peygamberlerin davet ve görevlerinde hiçbir fark yoktur. Çeşitli peygamberlerin, çeşitli görevlerle dünyaya geldiğini iddia eden ve davetlerinin maksadı ve şekli arasında ayırım yapanlar büyük bir hataya düşmüşlerdir. 

11 Ekim 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlerin Sıfatlarıyla İlgili Bazı Ayetler

"Ve bu Kitap'la İbrahim'i anlat. Elbette o dürüst bir peygamberdi. Ve bahset bu kitapta Musa'dan. O seçkin bir kişiydi, Rasûl ve Nebiydi. Ve biz O'nu Tûr'un sağ yanından çağırdık ve O'nu gizli şeylere yaklaştırdık" (Meryem; 41,52-53)


"Ve bu kitapta İsmail’den söz et. O sözlerine bağlıydı. O Resûl ve Nebiydi. O halkına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbinin nezdinde sevilen bir insandı. Ve bu kitapta İdris'ten bahset. O doğru sözlü Nebiydi ve Biz onu yüce mevkiye yükselttik". (Meryem; 55-58)

"İşte bunlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberlerden, Adem neslinden, Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhim ve İsrâil (Yakub) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden (olan İnsanlar )dir.
Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı". (Meryem; 59)

"Andolsun biz, önceden İbrâhim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zâten biz onun (olgun insan olduğunu) biliyorduk". (Enbiya; 51)

"Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik (torunu) Yakubu da (verdik). Hepsini de salih( insan)ler yaptık. "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren rehberler yaptık
ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden (insan)lardı."
(Enbiya; 72-73)

"Lût'a da hüküm (hükümranlık, peygamberlik, hikmet) ve ilim verdik ve O'nu çirkin işler yapan bir bölgeden kurtardık. Gerçekten onlar yoldan çıkan kötü bir kavim idiler." (Enbiya; 74-75)

"(Bunlardan) önce Nuh'a da - kavminin aleyhine (bize) yalvardığı zaman (lütufda bulunmuş) duâsını kabul edip kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık." "O'nun ayetlerimizi yalanlayan kavminden biz öcünü
aldık." (Enbiya; 76-77)

"Dâvûd ile Süleyman'a da (lutfettik), hani onlar, toplumun davarının yayıldığı bir ekin tarlaları hakkında hükmediyorlardı. Biz de onların hükümlerine şâhit idik."
"Bunu (bu hükmü) Süleyman'a bellettik. Onların hepsine
de hükümranlık ve ilim verdik. Dâvud'a dağları ve kuşları
boyun eğdirdik, onunla beraber tesbih ediyorlardı. Biz
(bunları) yaparız."

"Ona, sizi, savaşın şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz ki?"

"Süleyman'a da fırtınayı (boyun eğdirmişlik). O'nun emriyle, içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi (yapmasını) biliriz. Ve biz birçok şeytanı O'na tabi etmiştik. Bunlar onun için (suya) dalarlardı ve ayrıca başka şeyler de yaparlardı. Bütün bunların denetçisi Bizdik". (Enbiya; 78-82)

Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın hikâyelerinin bu şekilde anlatılmasının maksadı, Nebi’lerin ve Rasuller'in, Allah'tan olağanüstü güç ve yetenekle gelmiş olmalarına rağmen, bir yerde sade insan olduklarını göstermektir. Hiçbir ulûhiyete sahip değillerdi. Bildiğimiz gibi, söz konusu davada Hz. Davud'a vahiy ile yol gösterilmediği için karar verirken yanlışlık yaptı. Buna karşılık, Hz. Süleyman’a rehberlik yapıldığı için doğru karar verebildi. Oysa, ikisi de Nebî idi. Her iki peygamberin diğer vasıfları da, aynı nokta ehemmiyetle belirtilmek üzere dile getirilmiştir. Yani burada denilmek isteniyor ki, kabiliyetleri vehbî olup, onların birer tanrı haline getirilmeleri büyük bir yanlışlıktır.

"Eyyub'u hatırla Rabb'ine yalvarışını, 'Ben hastalığa yakalandım ve Sen Rahim ve Rahman'sın' diye. Biz duasını kabul ettik ve sıkıntısını giderdik. Ve sadece aile efradını değil, onlarla beraber aynı sayıda başkalarını O'na verdik, kendi hususî rahmet'imiz için ve ayrıca, bu ibadet edenlere bir ders olsun diye." (Enbiya; 83-84)
"Ve aynı nimeti İsmail'e, İdris ve Zül-Kifl'e bahşettik, çünkü bunlar sabredenler idi. Ve biz onları rahmetimize aldık, çünkü onlar Salih'lerdendi." (Enbiya;85-86)

"Ve balık sahibine (Yunus) de ihsanda bulunduk. Hatırla, O'nun bozulup gittiği vakit. Biz O'nu sıkıştırmayalım diye. Nihayet o karanlıklardan bizi çağırdı, 'Sen'den başka ilâh yoktur. Sen'in zâtın yücedir. Elbette kusur bende idi'. O
zaman Biz duasını kabul ettik, O'nu üzüntüden kurtardık ve Biz mü'minleri işte böyle kurtarırız." (Enbiya; 87-88) "Ve Zekeriya'yı (hatırla). Rabb'ine, ey Allahım beni yalnız bırakma ve en hayırlı vâris (koruyucu) Sen'sin diye yalvarışını. Neticede, Biz de duasını kabul ettik ve O'na Yahya'yı ihsan eyledik, ve karısını O'nun için düzelttik. Bunlar hayırlı işler için koşuşturanlardı ve Bizi umut ve korkuyla çağırırlardı ve önümüzde derin saygı gösterirlerdi." (Enbiya; 89-90)

Burada Hz. Zekeriya, Hz. Yunus ve Hz. Eyyub'tan söz edilmesinin amacı, bütün peygamberlerin sadece kul ve insan olduklarını vurgulamaktır. Onların ulûhiyet iddiaları yoktur. Allah'ın izni olmaksızın ne bir darlığı, ne bir belayı giderebilir
ne de herhangi bir şey yapabilirler. Hz. Yunus, seçkin bir peygamber olmasına rağmen işlediği bir hatanın sonucuna katlanmak durumunda kaldı. Allah'a tevbe edip, dualarını iletince balığın kamından sapasağlam kurtuluverdi. Aynı
şekilde Hz. Eyyûb da Allah tarafından sade bir insanın çekeceği sıkıntılara uğratıldı. Bu sıkıntıdan kurtulmak için, her insanın yapması gerektiği gibi Allah'a dua etli. Allah da onun sıkıntısını giderdi. Yani peygamber kendiliğinden
başkalarının hastalığını iyileştiremez. Kendisi hasta olunca da, diğer İnsanlar gibi Rabb'ine rücû eder. Buna ilâveten, şu hakikat da göz ardı edilemez ki, bizde tüm bu peygamberler Tevhid'e samimiyetle inanırdı ve bütün dilek ve isteklerini tek Allah'a iletirlerdi. Burada şu husus unutulmamalıdır ki,
Allahu Teâlâ her zaman peygamberlerine fevkalâde bir şekilde yardım etmeye kâdirdir. Başlangıçta peygamberler belki de bazı güçlüklerle karşılaşabilirler, ancak sonunda duaları Mu'cize gibi Allah'ın nezdinde kabul görür ve temize çıkarlar.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlerin Görevi


Peygamberler kendi ümmetlerine unuttukları esasları hatırlattılar. Bir tek Allah'a tapmalarını tekrar öğrettiler. Şirk ve putperestlikten menettiler. Allah'ın rızasını kazanacak işler yapmalarını tavsiye ettiler. Allah'ın kanunlarını getirdiler ve herkese duyurdular. Hindistan, Çin, Irak, İran, Mısır, Afrika ve Avrupa'ya, kısacası dünyanın her yerine Allah'ın gerçek peygamberleri geldiler. Hepsinin dini aynıydı, yani İslâm. Ama peygamberlerin talim ve terbiye şekilleri farklıydı. Anlatılan dinin bazı ilke ve kurallarında da biraz fark vardı, ama özü aynıydı. Değişen şey, ilgili milletin tabiatı ve içinde bulunduğu şartlara uygun telkin ve talimattı. Hangi milletle hangi kötülükler, bilgisizlikler çoksa onların düzeltilmesi ön plâna çıkarıldı. Öncelikle çokça yaygın olan bâtıl inançların ıslâhına çalışıldı.


Milletler medeniyet, kültür, ilim ve fenin ilk merhalelerinde bulundukları sırada kendilerine sade bir telkin ve terbiyede bulunuldu. Fakat İnsanlar kalkınıp daha çok uygarlaştıkça kendilerine daha geniş ve teferruatlı talim ve terbiye ilkeleri getirildi. Yani aralarındaki fark dinin kendisinde değil, bunu öğretme ve anlatma metodundaydı.

9 Ekim 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlerin Karşılaştıkları Tepkiler

İnsanlar, peygamberlere garip muameleler yaptılar. İlk önce onlara eziyet ettiler, işkence yaptılar. Söylediklerini dinlemediler. Kimini sürgüne gönderdiler, kimini öldürdüler. Bazı peygamberler ömür boyunca didinip çalıştıktan sonra
ancak beş on dindar veya taraftar toplayabildiler. Ama bu salih ve yüce İnsanlar tebliğ ve talimden vazgeçmediler. Bunlardan bazıları çok sayıda taraftar toplayabildiler ve bazı yerlerde devlet de kurdular. Ama bundan sonra, bazı peygamberler garip bir muameleye tabi tutuldular. Bu peygamberler öldükten sonra, getirdikleri din tanınmayacak şekilde değiştirildi, İnsanlar kitaplarda gelişi güzel değişiklikler yaptılar. Peygamberlerini bazıları Allah'ın nuru ve hatta Allah'ın ta kendisi ilân ettiler. Bazıları da Allah'ın oğlu olarak takdim etti. Bir kısmı da onları Allah'a ortak koştular. Diğer bir kesim ise peygambere tapmaya başladı. İşin tuhafı, putu kıranlar birer put haline getirildiler.



Peygamberlerin getirdikleri şeriat da ortadan kayboldu; yerine batıl itikatlar, merasim, gelenek ve efsaneler geçer akçe oldu. Allah'ın kanunları, insanların kanunlarıyla karıştırıldı. Kısaca, birkaç yüzyıl sonra peygamberin getirdiği şeriat ve kanunun gerçek muhteva ve şeklinin anlaşılması imkansızlaştı. Bizzat peygamberlerin hayalı ve sözleri içinden çıkılmaz hale geldi. Ancak peygamberlerin bütün çabalan boşa gitmeyip, bütün tahrif ve değişikliklere rağmen, bazı değişmez gerçekler her ümmet ve millette az da olsa kalmıştır. 

Allah ve âhiret mefhumları, değişik şekillerde olsa da, hemen hemen bütün milletlere yayılmıştır. İyilik, doğruluk ve güzel ahlâk ile ilgili bazı kurallar bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Bütün ümmetlerin peygamberleri her kavmi ayrı ayrı öyle eğitmişlerdir ki bütün dünyada insanlığın istisnasız aynı dini benimseyebilmesi için ortak bir zemin oluşmuştur.

8 Ekim 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlik Zincirine Bir Bakış

İnsanlar arasında peygamberlik geleneği nasıl başladı? İlk peygamber kimdi, onu takip edenler kimlerdi ve bu silsile nasıl noktalandı? Cenab-ı Allah, ilk önce bir insan yarattı, sonra bunun eşini ve daha sonra da soyunu. İnsan soyu büyüyüp genişledi ve bütün dünyaya yayıldı. Dünyaya gelen bütün İnsanlar o ilk çiftin evlâtlarıdır. Bütün ulusların dini ve tarihi geleneklerine göre insan ırkının başlangıç noktası bir insandı. Bilimsel araştırmalar da dünyanın çeşitli bölgelerinde aynı zamanda çeşitli insan tiplerinin doğduğunu kanıtlamıyor. Pek çok bilim adamı ve biyolog ilk önce tek insanın doğduğunu sonra soyunun giderek yayıldığını, hepimizin o tek kişinin evlâdı olduğunu tahmin ediyorlar. 


Dinimizde ilk insana Adem (a.s.) deniliyor. Bu kelimeden "adam" kelimesi türemiştir ki "insan" anlamına gelir. Allahu Tealâ ilk peygamber olarak Hazreti Adem'i seçti ve O'na dediki: "Git evlâtlarına İslâm'ı öğret". Adem de insanlara dedi ki,"sizin ve bütün âlemlerin İlâh'ı Allah'tır. O'na ibadet edin,önünde eğilin, O'ndan yardım talep edin, O'nun istediği gibi iyive dürüst bir hayat sürün. Böyle yaparsanız, ödüllendirilirsiniz, ama yapmazsanız ağır bir şekilde cezalandırılırsınız."Hz. Adem'in soyundan iyi olanlar babalarının gösterdiğiyoldan yürüdüler, ama kötü olanlar başka yollara saptılar.Zaman geçtikçe bataklığa saplandılar, karanlığa gömüldüler.Bazıları güneşe, aya ve yıldızlara tapmaya başladılar; bazıları ağaç ve nehirleri ilâh edindiler. Bazılarına göre rüzgâr, su ve ateş, tanrılarıydı. Yine bazıları hastalık, sağlık ve kudret için çeşitli tanrı ve tanrıçalar bulunduğuna, hepsini memnun etmek için hepsine tapılması gerektiğine inandılar. Kısacası, şirk ve putperestliğin sayısız türleri doğdu, birkaç düzine din ortaya çıktı. O zamana kadar Hz. Adem'in evlâtları dünyanın pek çok bölgelerine yayılmış, birçok milletler türemiş, her millet kendine göre bir din uydurmuş ve hepsinin gelenek ve görenekleri değişik şekiller almıştı. Allah'ı unutan bu İnsanlar Hz. Adem'in kendi evlâtlarına verdiği ilk talimat ve telkinleride unuttular. İnsanlar kendi arzu ve isteklerinin kulu oldular,her türlü kötülüğe bulaştılar ve cehalete saplandılar, iyi ile kötü arasındaki farkı unuttular, iyiler kötü, kötüler iyi oluverdi. 

Kur'an-ı Kerim'in şu âyeti peygamberliğin hakikatini açıkça gözler önüne seriyor:"İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleri konularda İnsanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçeklen içinde taşıyan kitâb indirdi.Oysa kendilerine kitâb verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktan ötürü o (Kitâb hakkındâ anlaşmazlığa düştüler).Bunun üzerine Allah, kendi izniyle insanları, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir"1[1]. (Bakara; 213)1 [1] 


İslâm'ın Hz. Muhammed (s.a.v.) ile başladığı gibi yanlış bir inanç vardır. Hatta bazıları Peygamber Efendimiz'e "İslâm’ın Kurucusu" demekten çekinmez. İslâm'ın bu dünyanın kuruluşundan beri bir din ve hayat tarzı olduğunu anlamakta fayda vardır. Bütün peygamberler insanları hep aynı dine yani İslâm’a davet etmişlerdir. Bilgisiz İnsanlar kendi kıyas ve tahminlerine dayanarak"din"ler tarihini yazarken insanın, dünyadaki hayatına şirk ve cehalet içinde başladığını ama kademeli olarak olgunlaşma ve gelişme süreci içinde karanlıktan aydınlığa doğru yol aldığını ve en son, tevhid veya Allah'ın tek oluşu fikrine ulaştığını belirtmeye çalışırlar. Kur'an-ı Kerim'in anlattıkları ise bunun tam tersidir. Kur'an'a göre insan inançsızlığın karanlığında değil, ilim, irfan ve İman'ın aydınlığında doğdu. Allahu Teâlâ doğan ilk insana Hakikat'in ne olduğunu ve hangi yolu takip etmesi gerektiğini en başta söylemişti. Bundan sonra Adem'in evlâtları uzun bir süre doğru yolda yürüyüp tek bir ümmet sıfatını korudu. Ama daha sonra İnsanlar sapıklığa ve çeşit çeşit yollara düştüler. Bu sapma, onlara hak yolunun anlatılmamasından ileri gelmiyordu, aksine onlar Hakk'ın ne olduğunu biliyorlardı, ama kendilerine daha çok menfaat sağlamak ve başkalarının haklarına tecavüz etmek, onlara zulmetmek için bu yolları seçmişlerdi. İşte bu başıboşluğu ve sapıklığı gidermek amacıyla Allahu Tealâ dünyaya peygamberleri göndermeye başladı. Bu peygamberlerin her biri kendisine mensup ayrı ayrı dinler kurmak için dünyaya gönderilmemişti. Hepsinin hedefi, insanların kaybettiği "Hak yolu" tekrar bulmalarına yardımcı olmak ve kendilerini tek bir ümmet haline getirmekti.

7 Ekim 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlere İmân Etmek

Allah tarafından gönderilen Peygamber'in gösterdiği, doğru ve gerçek yolun anlaşılmasından sonra, bütün insanların peygamberlere iman etmeleri, itaat etmeleri ve uymaları gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu nedenle, peygamberi bırakıp kendi yolunu kendi çizmeye çalışan biri mutlaka yanlış bir tutum içindedir.


Bu hususta İnsanlar garip yanlışlıklar yaparlar. Bazıları peygamberlerin varoluşuna inanırlar, ama onlara ne iman eder, ne de itaat ederler. Bu gibi İnsanlar sadece kâfir değil aynı zamanda aptaldırlar. Düşünün bir kere, insanın bile bile yalan yanlış şeylere umudunu bağlamasından daha büyük aptallık olur mu? Bazıları diyor ki "peygamberlere itaat etmemize gerek yoktur, biz kendi kendimize doğru yolu buluruz." Bu da büyük bir yanlışlıktır. Matematik okumuş olan biri pekâla bilir ki bir noktadan başka bir noktaya düz çizgi sadece bir tane çizilebilir. Bu çizginin dışındakiler ya eğri olur ya da eksik. Hak yolu da tıpkı bunun gibidir. İslâm dininde buna "Sırat-ı Müstakim" yani doğru yol denir. Bu yol insandan başlayarak Allah'a kadar gider. Aynen matematik kuralı gibi,bu, tek bir yoldur ve bunun dışındakilerin hepsi yanlıştır. Şimdi, doğru yolun peygamber tarafından gösterildiğine inandınızsa teslim etmelisiniz ki kendi yolunu kendi bulmaya çalışan bir kişi için iki ihtimal vardır. Ya Allah'a gidecek yolu hiç bulamayacaktır, ya da bulsa bile bu, doğru yol, veya matematik diliyle, düz çizgi olmayacaktır. Dolambaçlı ve uzun bir yol olacaktır. Birinci durumda söz konusu kişinin felâkete uğraması işten değildir. İkinci duruma gelince, bu da onun akılsızlığını apaçık ortaya koymaktadır. Akılları kıt olan hayvanlar bile bir yerden bir yere gitmek için en kısa yolu tercih ederler. Ama şu insana bakın ki Allah'ın iyi bir kulu ona doğru yolu, kısa bir yolu göstermektedir, fakat o "senin yolunu takip etmem; kendi doğru bildiğim yoldan uzak ve dolambaçlı olsa da giderim" demekte ısrar etmektedir. 

Bu basit örnek herkesin anlayabilmesi için verilmiştir. Fakat meseleyi daha derinliğine inceleyecek olursak anlarız ki peygambere inan etmekten çekinen bir şahıs Allah'a giden hiçbir yol bulamaz, ne düz ne eğri. Şöyle ki, doğru ve dürüst bir insanın sözüne inanmayan birinin aklından şüphe etmek gerekir. Belki geri zekâlıdır, belki de kibirlidir. Ya iyilik ve doğruluktan bir şey anlamıyor, ya da atalarının kötü geleneklerine körü körüne bağlı kalmak istiyor. Böyle bir kişinin nefsine düşkün biri olma ihtimali de vardır. Belki de günâhlarından haz alıyor, zevk ve safa âleminden vazgeçmek istemiyor ve bu sebeple peygamberin söylediklerini inkâr ediyor. Böyle bir durumda olan kişinin Allah'ın yolunu bulması düşünülemez ve eğer bu sebepler yoksa, doğru, sözlerinde ve fiillerinde dürüst olan bir kişinin gerçek bir peygambere iman etmemesi için hiçbir geçerli neden yoktur. Sözün kısası, peygamber Allah tarafından gönderildiğine göre, O'na itaat etmek Allah'ın emrine itaat etmektir. Bu bakımdan peygambere iman etmeyen, Allah'a itaatsizlik etmiş olur. Bilindiği gibi, hangi devlette yaşarsak yaşayalım, o devletin tebaası ve vatandaşı olarak bütün mülki âmir ve idarecilere itaat etmek zorundayız. Vâli ve diğer idarecilere başkaldırmak bizzat devlete karşı isyan bayrağını çekmek anlamına gelir. Bir devleti tanıyacaksınız, ama o devletin temsilcisine sırt çevireceksiniz, olmaz böyle şey. 

Benzetmek gerekirse, Allahu Teâlâ ile peygamberin durumu da aynıdır. Allah bütün insanların gerçek hükümdarıdır. Allah'ın insanların hidayeti, ıslâhı ve kurtuluşu için dünyaya elçi olarak gönderdiği peygamberlere imân, sadakat ve hürmet şarttır. Yüce Allah insanlara böyle buyurmuştur. Bu buyruğa karşı gelen, ister Allah'a inansın, ister inanmasın, kâfirdir.

6 Ekim 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygambere İtaat

Herhangi bir şahsın Allah'ın gerçek peygamberi olduğunu anlayınca da sözlerini dinlemek, O'na itaat etmek ve yolunda yürümek farz olur. Bir şahsı peygamber olarak tanıyacaksınız, sonra da sözlerini dinlemeyeceksiniz, bu hiç de uygun bir davranış değildir. Zira birini peygamber olarak tanıdınızsa, O'nun söylediklerinin Allah'ın sözleri olduğunu ve O'nun hareketlerinin Allah'ın emrine uygun olduğunu kabul etmişsiniz demektir. Yani söyledikleri veya yaptıklarına aykırı hareket etmeniz bizzat Allah'ın emrine itaatsizlik olur. Allah'a karşı olan her şey, kesinlikle yanlıştır. Demek ki peygamberlerin dediklerini yapmak zorundayız. Gerçi ilk bakışta peygamberin bazı söz ve fiillerini anlayamayız, ama bunların peygamberlerden kaynaklanması zâten yapılanların doğru ve hikmet dolu olduğunun birer delilidir. Bir şeyi anlamaktan âciz isek bu demek değildir ki o şeyde bir kusur ve noksanlık vardır. Bu aslında anlayışımızın eksikliğidir. 

Nereye neyle ulaşman gerekli ?
Herkes her bilim ve fen dalını lâyıkıyla bilemez, bilmesi de beklenemez. Bu sebeple, bir bilim adamı veya teknik uzmanının anlattığı bazı şeyleri o bilim ve tekniğin yabancısı olan bir kişinin aklı almıyorsa; anlatılanları reddetmesi ahmaklık olur. Dünyada her işin uzmanları vardır. Bu uzmanların işlerine başkaları karışmaz. Uzmanlık isteyen bir işi bir acemi yapmaya kalkışırsa her şeyi berbat eder. Önemli olan, her işi ehline yaptırmaktır. İş yapılmadan önce onu yapacak kişinin yeterli derecede bilgili, deneyimli ve yetenekli olup olmadığı araştırılmalıdır. 

Bu ölçüye uyan bir kişi bulununca da ona güvenmek şarttır, işine karışılmamalıdır. Yoksa işe başladıktan sonra ona ikide bir müdahale etmek ve "şu anda ne yapıyorsun, anlamıyorum, bunun doğru olduğunu ispatlamazsan sana inanmam", gibi çıkışlar yapmak akıllılık değil, budalalıktır. Bir dava için bir avukat tuttuktan sonra işine karışmaya ve hatta onu sorguya çekmeye başlarsanız, o sizi derhal terk edecektir. Bir doktor tedaviye başladıktan sonra ona sık sık ne yaptığını ve verdiği ilâçların faydalı olup olmadığını sorarsanız, eminim o da hastayı bırakacaktır. Aynı durum dinimiz için de geçerlidir. Biz Allah hakkında bilgi edinmek ve Allah'ın dediği yoldan gitmek isteyip, bunu kendi kendimize başaramıyorsak, Allah'ın elçisini,
peygamberini aramalıyız. Fakat bu arayış akıllıca ve titizlikle yapılmalıdır. Çünkü peygamber sanarak yanlış kişiye varırsak yanlış bir yola sapmış olacağız. Ancak iyice ölçüp biçtikten sonra, birinin Allah'ın hakiki rasulü ve elçisi olduğunu anladığımız an, ona tam güvenmeli, söylediklerine eksiksiz uymalıyız

5 Ekim 2015 Pazartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Rasûllerin Konumu

Allahu Azimüşşân'ın her hüner, her fen ve her bilim dalı için yarattığı üstün kabiliyetli İnsanlar gibi, bizzat Allah'ı bilen ve O'na yakın olabilecek İnsanlar da dünyaya gelmişlerdir.

Allah bu insanlara din, ahlâk ve şeriat ilminin en âlâsını vermiş ve daha sonra aynı bilgileri başkalarına aktarabilmeleri için kendilerini peygamberlik makamına getirmiştir. İşte bu insanlara biz Rasûl veya Nebi deriz.

Bilim ve tekniğin çeşitli dallarında üstün zekâlı ve üstün yetenekli kişilerin yetişmesi gibi, din ve hidayet alanında da üstün yetenekli kişiler doğar. Ayrıca nasıl ki bilim ve teknikte şan ve şöhret sahibi olmak için belli bir kafa yapısı ve
karaktere ihtiyaç varsa, peygamberler de muayyen bir tabiat, huy ve şahsiyete sahip olurlar. Doğuştan şair olan bir kişinin şiirlerini dinler dinlemez
üstün bir şairlik yeteneğine sahip olduğuna kanaat getiririz. Çünkü başkaları ne kadar çaba gösterse de onun kadar güzel şiir söyleyemezler. Aynı şekilde doğuştan hatip, yazar, edip, sanatçı, mucit ve lider olanlar da kendi eser ve çalışmalarından derhal tanınırlar. Aynı şey peygamberler için de geçerlidir. O'nun düşünebildiği ve sezebildiği şeyleri alelâde kişiler kolay anlayamaz. Anlattıkları ve söylediklerini başkaları anlatamaz. Bakışları keskin olup pek çok meselenin derinliğine iniverir. Söylediklerini aklımız kabul eder, yüreğimiz de teyid eder. Dünyadaki tecrübeler ve kâinattaki gözlemlerle her sözünün doğru olduğu tesbit edilir. Ayrıca peygamber tertemiz bir kişiliğe sahip olur. Her konuda dürüst davranır her sözünü doğru söyler. Yanlış bir şey söylemez, kötü bir iş yapmaz. Hayatında söylediklerinin aksine hareket ettiği vaki olmamıştır. Söz ve hareketlerinde şahsî bir menfaati yoktur. Başkalarının yararı ve rahatı için bin bir güçlük çeker. Kendi iyiliği için başkalarına zarar vermez, bütün hayatı doğruluk, dürüstlük, iyi niyet, fazilet, namus ve yüksek seviyeli insanlığın bir örneği olur. Bir tek kötülük göremezsiniz hayatında. Bütün bunlar görülür görülmez, adı geçenin Allah'ın gerçek peygamberi olduğu derhal anlaşılıverir.

4 Ekim 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlik Nedir

Dünyada insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi, ona Allah yaratmış ve vermiştir. Bir çocuk doğunca dünyaya nelerle geliyor? Görmek için gözler, işitmek için kulaklar, koklamak ve nefes almak için burun ve duymak için derisindeki
hassasiyet, yürümek için ayaklar, çalışmak için eller, düşünmek için beyin ve benzeri duyu ve organlarla. Küçük vücudunda geleceğin ihtiyaçlarını gidermek için bakın ne çok şeyler toplanmıştır? Daha sonra dünyaya adım atarak,
hayatını yaşaması için de sayısız eşya ve malzemeler ona bahşedilmiştir. 



Meselâ, rüzgâr, ışık, ısı, su, toprak vs. Ayrıca bebek doğmadan önce annesinin memelerine süt gelmiş olur, ana-baba akrabalar ve hatta başkalarının yüreğine sevgi ve şefkat inmiş olur ki bunların sayesinde yetiştirilip büyütülebilsin. Bebek büyüdükçe ihtiyaçların karşılanması için her türlü kolaylık da sağlanır. Sanki yeryüzündeki ve gökteki bütün nesneler onun için seferber edilmiştir.

Dünyada çalışmak ve iş görmek için gereken bütün kabiliyet ve güç insana verilmiştir. Bedensel güç, akıl, zekâ, düşünme ve konuşma kabiliyeti ve benzeri yetenekler her insanda az çok vardır. Fakat burada Kâdir-i Mutlak'ın değişik ve ilginç bir nizam kurduğunu görürüz. Bütün kabiliyetler insanlara eşit şekilde verilmemiştir. Bunun hikmeti şudur: Eğer insan aynı güçte ve yetenekte olsaydı, o zaman kimse kimseye muhtaç olmayacak, kimse kimseye aldırış etmeyecekti. Onun için, Cenab-ı Allah insanlara genel olarak bütün yeteneklerini verirken, ölçülerini değişik tutmuştur. Bir takım yetenek ve imkânlar bazı insanlarda fazla, bazı insanlarda az bulundurulmuştur. Bazı İnsanlar, bedensel çalışmalarını diğerlerine oranla daha fazla yapacak şekilde yaratılmıştır. Bazıları belli bir mesleğe ve uzmanlığa doğuştan yatkın olurlar, bazılarında bu gibi hüner ve marifetler az bulunur. Bazı İnsanlar da akıl ve zekâ bakımından diğerlerinden kat kat üstün olurlar. Bazıları doğuştan asker vekumandan olurlar, bazıları ise başkalarını yönetmek için yaratılmışlardır. 



Aynı şekilde bazıları inanılmaz konuşma kabiliyetiyle doğarlar, bazılarına yazarlık ve sanatçı kabiliyeti verilmişken, bazıları da matematikte uzman olurlar, öyle ki,başkalarının büyük enerji ve zaman harcayıp halledemediği problem ve formülleri ânında hallediverirler. Yine bazıları var ki çeşit çeşit eşya ve aletler icat eder, başkalarının hayranlığını çekerler. Bazıları ise hukukun öylesine ince noktalarını ortaya koyarlar ki herkes şaşkına döner. Allah vergisi denilenler işte bunlardır. Kimse bu hüner ve kudretini kendi kendine elde edemez. Eğitim, kültür ve terbiye de bunları yoktan var edemez. Bunlar doğuştan olan kabiliyetler olup, Allah'ın bahşettiği kişilerde bulunur. İnsan uygarlığı için gerekli olan yetenekler gerektiği miktarda verilir, bazıları çok, bazıları az. İnsanların çoğu asker, marangoz ve demirci olarak doğabilir. Benzeri meslek sahipleri de çok sayıda bulunabilir. Ancak üstün bilgi ve zekâ sahipleri nispeten az olurlar. Siyaset adamları, devlet adamları ve komutanların sayıları da azdır. Ayrıca fen ve teknikte fazlasıyla uzmanlık isleyen sahalarda yetişenler daha da az olurlar, çünkü bilim adamlarının hizmetleri ve buluşları asırlarca insanlığa yararlar sağlar. Şimdi üzerinde düşünmemiz gereken husus şudur. Dünyada başarılı bir hayatın icabları sadece mühendis, matematikçi, bilim adamı, hukukçu, politikacı, iktisatçı veya diğer meslek sahiplerinin yetişmesinden mi ibarettir? Elbette hayır. Bütün bunların üstünde bir ihtiyaç daha vardır, o da insanlara Allah'ın yolunu gösteren birinin bulunmasıdır.

Birileri bu dünyada yalnızca İnsanlar için nelerin bulunduğunu ve bunların nasıl kullanıldığını anlatmakla mükelleftirler. Fakat bir başkasının, bizzat insanın ne olduğu, kimin için ve niçin yaratıldığını, onu yaratanı memnun etmek için hangi yolu takip etmesi gerektiğini ve hem bu dünyada hem öbür dünyada daim ve ebedi saadet ve refaha kavuşması için ne gibi özelliklere sahip olması icap ettiğini anlatması gerekmez mi? Şüphesiz gerekir, hem de çok! Aslına bakılırsa, bu, insanın en büyük ihtiyacıdır. En ufak ihtiyaçlarımızı gidermek için bu kadar imkân ve kolaylıklar sağlamış olan Yüce Allah'ın en büyük ihtiyacımızı görmezlikten geldiğine inanmak zordur. Aklımız bunu hiç kabul etmez.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Yaşayan Hayatta Hidayet Örneğine Duyulan İhtiyaç
"O, yere yol gösteren alâmetler koymuştur ve insanlar yıldızlar vasıtasıyla da yollarını bulurlar". (Nahl; 16)


Yani, Allahu Tealâ, dünyanın her tarafını aynı şekilde yaratmamıştır. Her bölgeye kendine mahsus bazı özellikler ve simgeler vermiştir. Bunlara farklı sıfatlar sağlamıştır. Bunun birçok faydalarından biri, insanın kendi yolunu ve gideceği yeri bulmakta güçlük çekmemesidir. Yoldaki işaretlerin önemi, çölde yolunu kaybetmiş bir insanın karşılaştığı güçlükler esnasında iyice anlaşılır. Burada insan her an yolunu bulamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Deniz
yolculuğu sırasında yol işaretlerinin önemi bir kat daha artar, çünkü böyle bir durumda yol işaretini bulmak oldukça zordur. Ancak Rabbimiz çölde de denizde de bize yol gösterme kolaylığını sağlamıştır. Örneğin, yıldızlar, asırlardan beri
insanların yollarını aydınlatmaktadırlar. Bu ayette, tevhid, rahmet ve ulûhiyetten bahsedilirken risâlet yani peygamberliğe de kısaca atıfta bulunulmuştur. Bu noktada ister istemez bir soru aklımıza geliyor. İnsanın maddî hayatında yolunu bulabilmesi için bunca tedbirler almış ve imkânlar yaratmış olan bir Yaradan, insanı manevî alanda rehbersiz bırakacak kadar ilgisiz kalabilir mi? Bir kerre, maddi alanda uğranılan zarar, manevî alanda karşılaşılan zararın yanında çok küçük kalır. Üstelik, dağlarda yolumuzu
açan, vadi ve yaylalarda yolumuzu bulmak için işaretler koyan, çölde, sahrada ve denizde bize yol göstermek için göklerde kandiller (yıldızlar) bulunduran Yüce Allah'ın ahlâkî ve manevî kurtuluşumuz için bize yol göstermediğine, yol
işaretleri koymadığına inanmak mümkün müdür? "Musa Firavun'a cevap verdi, Rabbimiz, her şeye yaratılışı verip, sonra ona yol gösterendir". (Tâhâ; 50)
Yukarıdaki âyette dünyada görülen ve hissedilen her şeyin Cenab-ı Allah tarafından yapıldığı ifade ediliyor. Her şeye görüntü, şekil, kuvvet, kabiliyet, Selahiyet ve hususiyet Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir. İnsanın elinin belli işler yapabilmek için sahip olduğu yapı ve özellik O'nun ihsanıdır. Ayaklarınıza da en uygun şeklini O vermiştir. İnsan, hayvan, nebat, madde, hava, rüzgâr, su ve ışık, kısacası her şey kendisine düşeni yapmak için şekil ve selâhiyeti O'ndan almıştır. Ayrıca, Allahu Teâlâ eşyalara sadece şekil ve yetki bahşederek onlardan bütün alâkasını kesmiş değildir. Onlara yol göstermek vazifesini de yerine getirir. Dünyada hiçbir şey gösterilemez ki Rabbimiz ona şekil ve güç vermenin yanı sıra yaradılış amacını da öğretmiş olmasın. Kulağa duyma, göze
görme vazifesini O öğretmiştir. Balığa suda yüzme ve kuşa havada uçma yeteneğini O vermiştir. Ağaçlara dal budak salıp meyve verme ve toprağa bitkiler yetiştirme emrini O vermiştir. Kısacası, bütün evreni ve içinde bulunan her şeyi yaratmakla almamış onlara gereken bilgiyi de vermiş ve onlara
kılavuzluk etmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz ayette Hazreti Musa (a.s.) aynı zamanda Firavun'un inkâr ettiği Peygamberlikle ilgili bir delile de işaret etmiştir. Bu delile göre, tüm evren'in yaratıcısı ve hâmisi olan ve her şeye, durumuna, ihtiyacına göre gereken talimatı veren Allah'ın yol gösterici vasfının bir gereği de, insanın bilinçli yaşantısında izlemesi için belirlediği yolun, şuur ve irade sahibi olmayan diğer varlıklardan farklı olmasıdır. İnsanlara rehberlik ve önderlik yapılmasının en uygun şekli, gayet tabii ki şuurlu bir insanın onlara yol göstermesi, hem de bunun akıl ve mantıklarına aykırı olmayacak şekilde
yapılmasıdır

2 Ekim 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Baskıyla Hidayet Yerine İlhâm Yoluyla Hidayet

"Şayet Allah isteseydi, hepinizi hidayete erdirirdi" (Nahl;9)



Allahu Tealâ'nın bütün insanları iradesiz veya iradeleri zayıf olan diğer mahlûkat gibi hidayetle yaratması pekalâ mümkündü. Fakat hikmeti ve kudretinin gereği bu değildi. Amacı ve hedefi; kendi isteği, dileği ve beğenisiyle iyi ile kötü ve doğru ile yanlış arasında tercih yapabilecek irade ve hürriyete sahip bir varlık yaratmaktı. Bu hürriyetin kullanılması için insana ilim ve bilgi kaynakları verildi, akıl ve zekâ bahşedildi, arzu ve irade gücü verildi, içinde ve dışında olan çeşitli güç ve eşyaya hükmetme kabiliyeti bağışlandı. Hem doğru, hem yanlış yolu seçmesine yardımcı ya da engel olabilecek bir takım tuzak ve mükâfatlar sağlandı. Doğuştan itibaren ona doğru yol gösterilmiş olsaydı veya başka bir deyimle, zorla dürüst bir kişi yapılmış olsaydı, yaratılan her şey anlamını kaybedecekti. Ayrıca, özgürlüğünü iyi kullanmasıyla bir insanın varabileceği en yüksek ve faziletli mevkiye varmak da mümkün olamayacaktı. Bundan dolayıdır ki, Allah (cc.) insanın hidayeti için mecburi ve cebrî yolu değil,
ilhamı hidayet, yani peygamberlerin telkiniyle seçilen yolu uygun gördü. Böylece, bir yandan insanın hürriyetine zarar gelmeden, onun sınavdan geçirebilmesi imkânı doğdu, öte yandan da, nasıl yaşaması ve inanması gerektiğini kendisine sunan ve yaşayan bir örnek olarak peygamberler gönderilmişoldu.

1 Ekim 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Doğru Yoldan Sapma

Ne var ki, daha sonraki yüzyıllarda İnsanlar bu doğru hayat tarzından (din) ayrılarak çeşitli yanlışlıklara düştüler. Gaflet içinde yollarını şaşırmakla kalmadılar, bunu tahrif de ettiler. Allah'ın yanı sıra yerde ve göklerdeki pek çok insanî ve insanüstü, hayali ve maddi güçleri birer ilâh yaptılar. Allah'ın kendilerine bahşettiği Hakikat ilmine türlü çeşit batıl itikat ve
nazariyeler karıştırarak kendi heva ve heveslerine göre öylesine hayat, kural ve kanunlar icat etliler ki, Allah'ın yarattığı dünyada, zulüm ve baskıdan geçilmez oldu.

Allah (c.c.)'ın insanlara verdiği sınırlı özgürlükle, yaratıcı müdahalesini kullanarak, onları zorla doğru yola getirmesi bağdaşamazdı. Dünyada insanlara tanıdığı süre ve hareket serbestisiyle, isyan çıkar çıkmaz insan soyunu yok etmesi de uygun olamazdı. Dünyanın yaratılışından beri koyduğu belli
bir kural vardı. İnsan'a kendi çapında hareket serbestisi verilecek ve kendisine tanınan süre içinde doğru yola getirilmesi için zaman zaman uyarılarda bulunulacak. Bu kaide ve kurala göre Rabbimiz, kulları arasından kendisine en
çok inanan ve güvenenleri bu amaç için seçip görevlendirmeye başladı. Bu seçilen İnsanlar O'nun temsilcisiydiler. Allah temsilcilerine buyruklarını ve mesajlarını iletti; onlara ilahî ilmi öğretti, hayalın gerçek kanunlarını anlam ve yollarını kaybeden insanları doğru yola getirmekle görevlendirdi. Bu temsilci veya peygamberler çeşitli millet ve memleketlerde ortaya çıktılar. Binlerce yıl dünyaya geldiler. Sayıları binleri ve hatta yüz binleri aştı. Ama hepsinin dini
aynı idi. Yani, doğduğu ilk gün insana öğretilen doğru yol. Onlar aynı hidayet yolunun takipçisiydiler, yani doğuştan itibaren insanoğlu için önerilen ahlâk ve kültürün ebedi ilkeleri. Hepsinin görevi ve amacı aynıydı; insan soyunu gerçek dine ve hidayete davet etmek, daveti kabul edenleri teşkilâtlandırarak, bu insanları Allah'ın kanunlarına bağlı olan, dünyada ilâhî Nizamı kurmayı amaç edilen ve ilâhî kanunların çiğnenmesini önlemeye çalışan bir ümmet haline
getirmek. Bu Peygamberler yaşadıkları devirlerde kendi görevlerini tam olarak yerine getirdiler. Ne var ki, insanlardan çok küçük gruplar peygamberlerin davetlerini kabul ediyor, büyük bir çoğunluk ise bu çağrıya yanaşmıyordu. Bu daveti kabul edenler bile bir süre müslüman bir ümmet olarak yaşadıktan sonra, hatalara düştüler. Bazıları ilahî hidayeti tamamıyla unutup, yanlış yola meylettiler. Bazıları ise Allah'ın buyruklarına bambaşka anlam ve şekiller verdiler. Nihayet Alemlerin Rabb'i, Arabistan topraklarında Muhammed (s.a.v.)i görevlendirdi. Bu yeni ve son peygamberin muhatapları hem Arap halkı, hem geçmiş peygamberlerin yollarını kaybetmiş ümmetleri idi. Görevi, herkesi doğruya ve Hakk'a davet etmek, Allah (c.c.)'a döndürmekti. Davetini kabul edenleri de, kendi yaşantılarını Allah'ın emrine göre düzenleyecek ve aynı zamanda bütün dünyanın ıslahı için mücadele edecek bir ümmete dönüştürecekti

30 Eylül 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

"Müslüman" Olma Emri

Kâinatın Hâkimi işte bu telkinle insanoğlunu dünyaya yerleştirdi. İnsanların ilkine (Hz. Adem ve Havva) yeryüzünde nasıl yaşamaları gerektiği konusunda da bazı emirler verdi.Bu ilk İnsanlar cehalet ve bilgisizliğin karanlığında dünyaya gelmemişlerdi. Aksine onlar bilgi sahibi olarak dünyaya gönderilmişti. Onlar bazı gerçekleri biliyorlardı. Hayatın bazı kurallarını öğrenmişlerdi. Hayat tarzları, Allah'a itaat yani İslâmiyet’ti. Onlar evlâtlarına da "müslim" (müslüman), yani Allah'a itaatkâr olma emrini vermişlerdi.

29 Eylül 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ

İnsanın En Büyük İhtiyacı

"Ve doğru yolu gösterme işi Allah'a aittir, halbuki kötü yollar da vardır." Bu ayette tevhid, rahmet ve ulûhiyyet hakkında deliller ileri sürülürken peygamberliğe de kısaca değinilmiştir. Şöyle ki; dünyada İnsanlar için düşünme ve hareket etme konusunda çeşitli yollar vardır ve bunların fiilen izlenmesi mümkündür. Belli ki bütün bunlar hak yol değildir. Gerçek sadece tektir ve gerçek bir hayat tarzı doğru bir hayat nazariyesine dayanır. Bu doğru nazariyeyi, başka bir deyimle, doğru yolu bilmek insanın en büyük zarureti ve ihtiyacıdır. Hatta temel ihtiyacıdır. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki, insan buna bizatihi insan olduğu için ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde ise insanın bütün ömrünün boşa gittiği söylenebilir. 


Şimdi düşünün bir kere, sizi yaratmadan önce bu kadar nimetler yaratmış ve sizi yarattıktan sonra her türlü beşerî ihtiyacınızı karşılamak amacıyla bu kadar titiz davranmış olan Yüce Allah (c.c.)’ın hayatınızın bu en büyük ihtiyacını gidermek için hiçbir şey yapmadığını, insan olarak düşünebilir misiniz? İşte bu temel ihtiyaç, nübüvvet veya risalet ile karşılanmıştır. Eğer peygamberliğe inanmıyorsanız, bana söyleyebilir misiniz ki insanın doğru yola ulaşması için Hak Tealâ başka ne yapmıştır veya başka ne yapabilir? Buna cevap olarak, "doğru yolu bulmamız için Allah bize akıl ve zekâ vermiştir" diyemezsiniz. Çünkü insan aklı zaten birçok yol icat etmiştir ve bu yollar insanın doğruyu bulmasını imkânsız kılmaktadır. Allah'ın kurtuluşa ermemiz için hiçbir tedbir almadığını da iddia edemezsiniz. Çünkü, beşer olarak büyüme, gelişme ve rahat etmemiz için bunca nimet vermiş olan Rabb'imizin bizi insan olarak cehalet ve dalâletin pençesinde bıraktığını söylemekten daha büyük bir günâh yoktur gidermek için hiçbir şey yapmadığını, insan olarak düşünebilir misiniz? İşte bu temel ihtiyaç, nübüvvet veya risalet ile karşılanmıştır. 





28 Eylül 2015 Pazartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Olayın Akıl Planında Tartışılması 2

Davacıların durumlarını anlatan sıralamaya devam edelim,

6) Savundukları davanın kendilerine kişisel çıkar sağladığı da söylenemez. Tam tersine, davaları uğruna son derece güç durumlara düştükleri, bedensel ve ruhsal eziyetler çektikleri, tutuklandıkları, dövüldükleri, işkence gördükleri, sürgün edildikleri katledildiklerini hatta bazılarının canlı gömüldüğü ve çeşitti eziyetlerle öldürüldüğü görülmüştür. Birkaç istisna ile hiçbirinin dünyada maddi yönden rahat ve huzur ve refah dolu bir hayal sürdüğü iddia edilemez. Dolayısıyla, şahsi menfaat suçu kendilerine yüklenemez. Aksine bin bir güçlük ve engeller karşısında davalarına tamamıyla sadık kalmaları, samimiyet ve iyi niyetlerinin birer kanıtıdır. Onlar davalarına öylesine bağlıydılar ki bunun için canlarını bile seve seve feda ettiler. 


7) Söz konusu insanların deli veya aklî dengelerinin bozuk olduğu da iddia edilemez. Hayatın bütün meselelerinde hepsinin son derece akıllı, anlayışlı ve zeki olduğu olaylarla sabit olmuştur. Muhalifleri bile zaman zaman akıl ve zekâlarına hayran kalmışlardır. Bu durumda hepsinin aynı şeklide delirdiği nasıl kabul edilebilir? Hem de onları "deli" eden meseleye bakın ki, bunun için ölüm kalım savaşı vermişlerdir. Bu dava için dünyaya meydan okumak ve dünyayı karşılarına almaktan çekinmemişlerdir. Bu dava öyle bir davadır ki, bunun için hayal boyunca mücadele etmişlerdir, varolan imkânlarının tümünü bunun için seferber etmişlerdir. Böyle bir durumda akılsız veya çılgın olduklarına kim inanabilir?
 8) Bu kişiler, Baş Mühendis veya elemanlarıyla sizi görüştürürüz, O'nun gizli fabrikasını size gösterebiliriz, veya deneyler ile gözlemlerle davamızı ispatlayabiliriz dememişlerdir. Zira, onlara göre bütün bu işler "gâip"ten olmaktadır. Onlar sadece kendi söyledikleri ve anlattıklarına itimat edilmesini istiyorlar. İki tarafın durumu ve ifadelerini inceledikten sonra akıl mahkemesi kararını verir ve der ki, bazı belirti ve sonuçları görerek her iki taraf illiyet veya sebep-netice gibi kavramları gözden geçirmişler ve bunlardan kendi fikir ve tutumları doğrultusunda sonuçlar çıkarmışlardır.Görünüşte her iki tarafın çıkardığı sonuçlar ve ileri sürdüğü tezlerde akıl ve mantığa aykırı, göze çarpan bir husus yoktur. 

Akıl ve zekâ ölçülerine göre iki tarafın da nazariye ve faraziyelerinin imkânsız olduğu söylenemez, ikincisi, her iki tarafın görüşü de deney veya gözlemle doğru ya da yanlış olarak tesbit edilemez. Ne birinci taraf herkesi tatmin edecek ve ikna edecek şekilde bilimsel bir kanıt ileri sürebilir. Ne ikinci taraf bunu yapacak güçte veya iddiadadır, ne var ki, mesele derinliğine tetkik edildiğinde pek çok konuda ikinci tarafın haklı olduğu, ileri sürdüğü nazariyenin daha tutarlı ve inandırıcı olduğu anlaşılır. Öncelikle, bu kadar çok sayıda insanın, olağanüstü bir bilgi kaynağına sahip olmak ve bununla, dış belini ve sonuçların asli sebeplerini keşfetmek konusunda birleşmeleri, çeşitli zaman ve mekânlarda bulunmalarına rağmen aynı görüşü paylaşmaları, davalarının haklılığını ortaya koyuyor. Bu İnsanlar bilhassa, kendi bilgileri konusunda çelişkili ifade kullanmıyorlar. Söylediklerinde akla aykırı bir şey de yok. ikinci olarak, bazı kimselerin diğer insanlara nisbetle bir takım olağanüstü güç ve yeteneklere sahip oldukları da akıl ve mantık kurallarına ters gelmiyor. Üçüncüsü, dış elken ve belirtilere bakıldığında ikinci tarafın tezinin daha doğru oldu- ğu anlaşılıyor. Öyle ki, ampul, vantilatör, fabrika ve trenlerin kendi kendine yandığı veya çalıştığına kimse inanamaz. Zira böyle bir şey, söz konusu eşyanın irade gücüne bağlı olurdu. Ama bu eşyaların herhangi bir iradesi olmadığı bir gerçektir. Aydınlık ve çalışma özellikleri, maddi terkiplerinden de ileri gelmiyor. Çünkü ışık saçmadıkları ve çalışmadıkları zamanlarda da aynı durumda kalıyorlar. Buna ilâveten, bunların ayrı ayrı güçlerin etkisinde olduğu da akla yatkın değildir. Çünkü ampullerin yanmadığı zaman vantilatörlerin dönmediğine, trenlerin çalışmadığına, fabrikalarda da işin durduğuna şahit oluyoruz. Bu sebeple, dış etken ve belirtiler konusunda ilk tarafın ileri sürdüğü bütün tez ve kavramlar akıl ve mantıktan uzaktır. Aklın daha kolay kabul edebileceği husus, bütün dış belirtilerde aynı gücün varoluşudur. Bu gücün kaynağı da, belirli bir düzen içinde bu gücün etkilerini gösteren bir Bilge ve Uzman'dır. 

Şimdi gelelim, şüpheci ve kararsız kişilerin şu mantığına: Bütün bu meseleleri aklımız, almıyor, bundan hiçbir şey anlayamıyoruz. Anlayamadığımız bir şeyi ne onaylayabilir ne reddedebiliriz. Aslında akıl mahkemesinin hakimi bu mazereti kabul etmezdi. Çünkü bir olayın olması onu gören veya duyanın anlayıp anlamamasına bağlı değildir. Bir olayın meydana gelmesi güvenilir ve birden fazla tanığın ifadesiyle ispatlanmış oluyor. Şimdi diyelim ki bazı güvenilir dostlarımız gelip bize diyor ki, biz batılı ülkelerde insanların demir, çelik veya alüminyumdan yapılmış araçlarla havada uçtuklarını gördük veya biz Londra'da iken Amerika'dan yayınlanan şarkıları dinledik. Böyle bir durumda bizim araştırmak ve bilmek istediğimiz tek şey bize bu masalları anlatanların yalancı veya şakacı olup olmadığı olacaktır. Ayrıca, söz konusu kişilerin şahsi çıkarlarının bulunup bulunmadığı ve akli dengelerinin de yerinde olup olmadığı araştırılması gereken hususlardandır. Kendilerinin ne yalancı, ne şakacı, ne de deli oldukları ve kişisel çıkar gütmedikleri sabit olursa ve pek çok dürüst, aklı başında kişinin, gayet ciddi bir şekilde istisnasız aynı olayları bize anlattıklarını görürsek, demir ve alüminyumdan yapılmış araçların havada uçması veya bir şarkıcının sesinin binlerce kilometre öteden duyulmasını bir türlü anlayamazsak dahi kabullenmek zorundayız. İşte aklın hükmü budur. Fakat, "iman" dediğimiz tasdik, te'yid ve inanç keyfiyeti bundan doğmaz. Bunun için vicdan ve ilhama gerek vardır. Bunun için içimizden öyle bir duygu gelmelidir ki; şüphe, tereddüt ve kararsızlığın her türlüsünü ortadan kaldırıp, insanların her çeşit kıyas, tahmin ve hayallerinin batıl olduğuna ve gerçeğin, doğru ve dürüst insanların kıyaslarıyla değil, ilim ve basiretleriyle anlaşılabileceğine kanaat getirsin.