Bu Blogda Ara

Hz. Peygamberin Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Peygamberin Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Olayın Akıl Planında Tartışılması 2

Bir tarafta çeşitli görüşteki davalı ve sanıklar var, diğer tarafta görüş-birliğinde ve birlik içinde olan davacılar var. ikisinin davası da aklın mahkemesine gider. Hakim olarak akıl ilk önce kendi durumunu iyi kavramalıdır, daha sonra tarafların vaziyetine vakıf olmalıdır. Sonra iki tarafın ifadesini alarak kararını vermelidir. Hakim'in durumuna gelince, onun için gerçeği öğrenmenin yolu ve imkânı yoktur. Kararını tarafların ifadesine göre vermek zorundadır. O, elindeki bilgiler, ifadeler, deliller, tanık ve sanıkların kişilikleri, dış görünüşleri ve izlenimlerine dayanarak gerçeği bulmakla yükümlüdür. Araştırıcı ve gözleyici bir tavırla kimin haklı kimin haksız olduğuna kanaat getirmelidir. Fakat yine de sadece fikrini söyleyebilir, tahminini yürütebilir, "işte hakikat budur" diyemez. Ağırlığını taraflardan birinden yana koyabilir ama, herhangi birisini kesinlikle temize çıkaramaz veya cezaya çarptıramaz. Davalı veya "yalancıların durumu şöyle özetlenebilir: 


1) Hakikat ile ilgili görüşleri birbirinden farklıdır. Hiçbir konuda veya noktada hemfikir değildirler. Hatta, aynı grubun çeşitli üyeleri arasında görüş ayrılığı vardır. 

2) Kendilerinin de itiraf ettiği gibi, başkalarında olmayan herhangi bir bilgi kaynağına sahip bulunmuyorlar. Bu grupların tek iddiası kendi tahminlerinin başkalarınınkinden daha kuvvetli olduğu noktasındadır. Ama herkes kabul ediyor ki bütün bilgileri yalnızca tahminlerden ibarettir. 

3) Kendi tahminlerine olan inançları çok katı ve sarsılmaz bir noktaya henüz varmamıştır. Bu bakımdan fikirlerini, tahminlerini değiştirenler çoktur. Öylesine kişiler ve bilim adamları vardır ki düne kadar savundukları tezin tam tersine bir görüşü benimsemiş, eski görüşlerini tekzip eder duruma gelmişlerdir. Yaş, bilgi ve deneyimleri arttıkça görüşleri ve ideolojileri de değişmiş ve bir bakıma olgunlaşmışlardır. 

4) Davacıların delillerini çürütmek, onları tekzip etmek ve yalanlamak için sadece tek bir görüş ileri sürüyorlar. Kendilerine göre; "davacılar, davalarının doğru olduğuna dair inandırıcı bir delil ortaya koymamışlardır. Davacılar, lambalar, vantilatör ve makinaların bağlı olduğunu söyledikleri gizli kabloları bize gösterememişlerdir. Ne elektriği göstermiş ne elektrik santralini gezdirmişlerdir. Bizi hiçbir görevli, yetkili veya baş mühendis ile görüştürmemişlerdir" diyor ve ekliyorlar, "bu durumda söylediklerinin doğru olduğuna nasıl inanabiliriz?" 

Davacıların durumu ise şöyledir: 

1) Davacıların tümü görüş birliği içindedir. Davanın bütün yönleri hakkında tam bir ittifak halindedirler. 

2) Üzerinde tam görüş birliği içinde oldukları husus, diğer insanlarda olmayan bilgi kaynağına sahip bulunmalarıdır. 

3) Hiçbiri davalarının sadece kıyas veya tahminlere dayandığını söylemiyor, aksine Baş Mühendis ile çok yakın ilişki içinde olduğunu, O'nun habercilerinin kendisine geldiğini, elektrik santralini de gezdiğini, her şeyi inanarak ve güvenerek söylediğini kesin bir ifade ile belirtiyor. 

4) Görüş ve düşüncelerinde en ufak bir değişiklik yaptıklarına dair hiçbir örneğe rastlamıyoruz. Her biri, aynı şeyi ve aynı tezi başından sonuna kadar savunmuş bulunuyor. 

5) Kişilik ve karakterleri tertemiz olup, özgeçmişlerinde yalan, iftira, iki yüzlülük, sahtekârlık ve dolandırıcılık konusunda en ufak bir belirti görülmüyor. Bu nedenle, hayatlarının her safhasında dürüst ve doğru olanların yalnızca bu konuda sözbirliği etmişçesine yalan söylemelerine imkân ve ihtimal yoktur.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Değişik Bir Yaklaşım

Bu kavga devam ederken bir kişi geliyor diyor ki: "Kardeşlerim, bakın, bende var olan bir bilgi kaynağı sizde yoktur. Bu kaynağa dayanarak bütün bu yanıp sönen lambalar, dönen vantilatörler, hareket eden trenler ve çalışan fabrikaların sizin göremediğiniz ve hatta duyamayacağınız bir takım kablolara bağlı olduğunu biliyorum. Bu kablolar bir trafo veya elektrik santraline bağlıdır, ki oradan gelen cereyanla ışık ve enerji elde ediliyor. Söz konusu elektrik santralında dev makinalar var, bunları birçok kişi çalıştırıyor. Bu çalışan kişiler de baş mühendisin emrindedirler. İşte bunun gibi bir iradenin yüce ilmi ve kudretiyle dünya dediğimiz büyük ve eşsiz bir düzen sadece ayakta durmakla kalmıyor, tıkır tıkır işliyor da. Onun direktifi ve denetimiyle her şey yerli yerinde bulunuyor görevini yapıyor."Yukarıdaki iddianın sahibi olan kişi tezini kuvvetle savunuyor. İnsanlar onu yalanlamaya çalışıyor, büyük bir çoğunluk da ona karşı çıkıyor, deli-divane diyor, sövüyor, dövüyor, eziyet ediyor ve evinden kovuyorlar. Ama bütün bu bedenî ve ruhanî eziyetlere rağmen o davasını savunuyor, en ufak bir tereddüde kapılmıyor. Hiçbir korku veya hırs onu davasından zerre kadar ayıramıyor. Hiçbir güçlük, dünyaya vermek istediği mesajda en küçük bir değişiklik yapmasına sebep olamıyor veya ondan taviz vermesini sağlamıyor. Her sözü ve her hareketiyle inancına ne kadar bağlı olduğunu ortaya koyuyor. Bundan sonra bir başka şahıs geliyor, aynı sözleri aynı güven ve inançla söylüyor.

 Daha sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci kişiler geliyor ve aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Derken, bunların sayısı hızla artmaya başlıyor, yüzleri ve hatta binleri buluyor, hepsi aynı sözleri tekrarlıyor, aynı davayı savunuyor, aynı mesajı veriyor. Zaman ve mekân değişikliğine rağmen konuştukları dil, kullandıkları üslûp aynıdır. Hepsi alelâde insanlarda bulunmayan ilim kaynağından bahsediyor. Hepsine mecnun ünvanı takılıyor, her türlü zulüm ve baskıya hedef oluyorlar. 


Herkes davalarından vazgeçmelerini isliyor. Ama hepsi de sözlerinde duruyor, dünyanın hiçbir gücü onların imanını, inancını sarsamıyor. Bu kadar büyük azim ve kararlılığa sahip olan bu kişilerin, bir başka yönleri de, yalancı, hırsız, hain, ahlâksız, zalim veya haram yiyici gibi özelliklerinin olmaması. En büyük düşman ve en alçak muhalifleri bile bu insanların bu meziyetlerini kabul ediyorlar. Bunların ahlâkı tertemizdir, haysiyeti büyüktür, alçak gönüllüdürler, namusludurlar. Karakterleri bakımından hemcinslerinden üstündürler. Delilikleri de sabit değildir. Tam tersine, iyi ahlâk, nefis terbiyesi ve dünya işlerinin ıslahı için getirdikleri talimat ve kuralların eşine rastlamak şöyle dursun, birçok alim, birçok âkil bunların inceliklerini araştırmak amacıyla ömürlerini geçirmişlerdir.



25 Eylül 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Peygamberlik Hakkında Akli Yaklaşım

Büyük şehirlerde, görürüz ki, elektrik enerjisiyle yüzlerce fabrika çalışır, tren, tramvay ve benzeri araçlar gidip gelir, akşam olur olmaz binlerce, yüz binlerce ışık yanar, yaz mevsiminde her yerde havalandırma cihazları çalışır. Ama bu olaylar bizi hayrete düşürmez, bu eşya ve aletlerin yanması veya hareket etmesi konusunda en küçük tereddüde kapılmayız. Bu neden böyledir? Çünkü, söz konusu aletlerin bağlı oldukları kabloları gözümüzle görürüz. Sonra bu kabloların hangi elektrik santrallerinden geldiğini de biliriz. Söz konusu santrallerde çalışan kişiler hakkında da bilgimiz vardır. Elektrik santrallerindeki görevlilerin bir elektrik mühendisine bağlı olduğunu biliriz. Biz o mühendisin elektrik uzmanı olduğunun da bilincindeyiz. Birçok kompleks aletlerin bir araya gelmesiyle elektrik üretildiğini, daha sonra bunun ilgili yerlere sevk edildiğini biliriz.Elektrik akımıyla ampullerin yandığını, vantilatörlerin döndüğünü, tren ve tramvayların hareket ettiğini ve fabrikaların çalıştığını anlarız. Elektriğin etki ve sonuçlarını görerek, sebep ve kaynakları hakkında herhangi bir ihtilafa veya tereddüde düşmememiz sebep-netice ya da etki ile tepki arasındaki bulun aşamayı duyularımızla algılamamızdan ileri geliyor. Farz edelim ki, aynı lambalar yansa vantilatörler çalışsa, trenler ile tramvaylar hareket etse, çarklar dönse makineler çalışsa, ama bunlara cereyanın geçmesini sağlayan kablolar gözümüzle görülmeseydi, trafo veya elektrik santrali duyularımızdan uzak olacaktı. Trafoda çalışanlardan ve elektrik santralinin bir baş mühendisi olduğundan da haberimiz olmayacaktı. Böyle bir durumda elektriği görünce aynı umursamazlık ve soğukkanlılığı gösterebilecek miydik? 

Belli ki bunun cevabı hayır olacaktır. Neden? 

Çünkü, sonucun sebebi saklı olduğu belirtilen kaynak bilinmediği zaman insanın içine tereddüt, hayret, tedirginlik ve endişenin düşmesi, aklın bu sırrı araştırmaya kalkışması ve esrar perdesi içinde olanlarla ilgili kıyas ve spekülasyonların yapılması gayet tabiidir. Şimdi bu faraziye üzerinde biraz daha etraflıca düşünelim. Diyelim ki, farz ettiğimiz olay hakikaten dünyada vardır.
Yüz binlerce, milyonlarca lambalar yanıyor, milyonlarca vantilatör çalışıyor, fabrikalar mal üretiyor, ama bütün bunları çalıştıran gücün ne olduğunu, nereden geldiğini bilmiyoruz. Bu durumda bütün İnsanlar şaşkınlık içindedir. Herkes ortadaki bu gerçekler konusunda aklına gelenleri söylüyor. Biri diyor ki, bütün bunlar kendiliğinden yanıyor, hareket ediyor, çalışıyor, bunları çalıştıran ayrı ve üstün bir güç yoktur. Başka birisi diyor ki, söz konusu aletler hangi maddelerden olmuşsa o maddelerin terkibiyle onlar yanıyor veya çalışıyor. Bir başkası da diyor ki, bu maddeler dünyasının ötesinde bazı ilâhlar var. İşte bu ilâhlardan bazısı lambaları yakıyor, bazısı trenleri çalıştırıyor ve gene bazısı fabrikaları çalıştırıyor. Bazı kimseler ise düşünmüş, taşınmışama bir sonuca varamamış şaşkın bir haldedirler. Bıkmış, usanmış ve demişlerdir ki aklımız bu tılsım ve sırrın köküne inememiştir, biz sadece görüp, hissettiklerimizi biliriz, gerisini anlayamayız ve anlayamadığımız şeyleri ise ne doğrulayabilir ne de reddedebiliriz. Bütün bu gruplar birbiriyle çekişiyor ve kavga ediyor, ama kendi görüşlerini savunmaları ve başkalarının görüşlerini reddetmeleri için kimsede kıyas, zan ve tahminden başka bir şey yoktur.

23 Eylül 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

İnsanlık İçin İlahi Hidayet Zinciri

Bütün Kâinat'ın yaratıcısı, sahibi ve hâkimi olan Cenab-ı Hak sonsuz âlemin dünya dediğimiz ve içinde yaşamakla olduğumuz bu bölümünde insanı yarattı. Ona bilme, düşünme ve anlama gücü, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği, seçme ve iradesini kullanma kabiliyeti verdi. Tasarruf yetkileri bağışladı. Kısacası, ona özgürlük verdi ve yeryüzüne halifesi olarak gönderdi. Alemlerin Rabbi, insanı bu mevkiye getirirken, ona şunları açıkça bildirdi. Senin ve bütün kâinatın sahibi, Rabbi ve hakimi Benim. Büyük kâinatımda sen ne tamamıyla özgürsün, ne de başkalarının kulusun. 

Ben'den başka tapılacak yoktur. Senin, yetkiler verilerek dünyaya gönderilmen aslında bir sınavdır. Sınav süresi bittiğinde yine Bana döneceksin. Ben o zaman dünyada geçirdiğin süre ve yaptığın işleri değerlendirerek sınavı kimlerin kazandığını kimlerin kaybettiğini açıklayacağım. Senin için en doğru yol Ben'i tek ilâh ve hakim olarak kabul etmektir. Buyruklarıma göre dünyadaki işlerini yapmalı ve orada geçireceğin ömrü bir imtihan süresi olarak görmelisin. Amacın ve hedefin bu imtihanı kazanmak olmalıdır. Aksine yapacağın her hareket yanlış olacaktır. 


Şayet ilk yolu seçersen, -ki bunu yapmakta serbestsin- dünyada huzur ve sükûn bulacaksın ve Bana geldiğinde sana Cennet denilen ebedi rahatlık ve mutluluğu vereceğim. Fakat başka yol seçecek olursan -ki bunu da yapmakta serbestsin- dünyada rahat yüzü göremezsin ve dünyadan âhirete döndüğünde de Cehennem denilen ebedi huzursuzluk ve mutsuzluğun çukuruna düşersin. 


22 Eylül 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Ön Söz

İslâm nimeti her devirde insana ancak iki kaynaktan gelmiştir. Birincisi, Allah'ın kelâmı, ikincisi Allah'ın peygamberleri (Allah'ın selâmı onların üzerine olsun). O
peygamberler ki Allah-ü Tealâ tarafından sadece kelâmını yaymak, buyruklarını duyurmak ve açıklamakla değil, aynı zamanda bunların nasıl tatbik edildiğini ve başkalarına nasıl örnek olabileceklerini göstermek için de görevlendirilmişlerdir.


Peygamberler aynı zamanda, Kur'ân'ın belirlediği amaçlara varılabilmesi için, fenler ile toplumu denetlemeye, insan hayatının eksikliklerini düzeltmeye de memurdurlar.

Bu iki unsur et ve tırnak gibi birbirine öylesine bağlıdır ki, bunları birbirinden ayırırsak, ne dinin gerçek anlamını kavrayabilir, ne de doğru yolu bulabiliriz. Kur'an'ı, Allah'ın Resulü’nden ayırdınız mı, bir yere varamazsınız. Kitap, Nebi
olmadıktan sonra kürekçisi olmayan bir kayık gibidir. Bu kayıkla acemi yolcular, hayat denizinde ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, gitmek isledikleri yere varamazlar. Kitapsız bir peygamber ise ışığı olmayan bir kılavuz gibidir.



Bu gibi durumlarda İnsanlar Allah'a varmak isterken, kendilerine yol
gösteren kılavuza tanrı diyerek tapmaya başlarlar. Bunun birçok örneğini geçmiş kavim ve milletlerde gördük. Örneğin, Hindu'lar kendi peygamberlerinin hayatlarını unutup sadece kitaplarını kaptılar. Ama bu kitaplar onlar için, içlerinden çıkılmaz bir hale geldi. Ve nihayet kitaplarım da kaybettiler.
Hıristiyanlar ise kitaplarını, unutup, peygamberleri'nin peşine takıldılar. O'nun kişiliği çevresinde dönmeye başladılar. Sonuç olarak, Allah'ın Peygamberi'ni Allah'ın ışığı ve hatta Allah'ın oğlu yapmaktan kendilerini kurtaramadılar.

Eski çağlarda olduğu gibi çağımızda insan, İslâm nimetine ezelden beri süregelen yine şu iki kaynaktan ulaşabilir. Birincisi, Allah'ın kelâmı ki, artık sadece Kur'an-ı Kerim şeklinde bulunabilir, ikincisi, siret-i nebevi ki, artık
sadece Hz. Muhammed (s.a.v.) in hayatı ve hadislerinde saklı bulunmaktadır. Her zaman olduğu gibi, bugün de insan İslâm’ın idrâkine ancak Kur'an-ı Kerim'i Hz. Muhammed ve Hz. Muhammed'i de Kur'an-ı Kerîm vasıtasıyla kavrayarak
varabilir. Her ikisini birbirinin yardımıyla anlayabilen kimse, İslâm'ı da anlayabilmiş demektir. Aksi takdirde ne din
anlaşılabilir, ne de doğru yol bulunabilir.

Üstelik, hem Kur'an-ı Kerim, hem Hz. Muhammed (s.a.v.)in vazifesi aynı olup, aynı amacı taşıdıkları için, onları gerçek anlamda kavramamız, ancak o vazife ve amacı anlama derecemize bağlıdır. Bu gerçek unutulduğu takdirde, Kur'an-ı
Kerim yalnız sözler yığını ve siret-i mübarek de sadece bir hayat hikâyesi ve olaylar zincirinden ibaret kalır. Siz, sözlük, kitap, belge, ilmî çalışma ve araştırmalar ile bir yığın tefsir kitapları yazabilirsiniz. Tarih'i araştırmaktaki ustalığınızla da Hazreti Peygamberin şahsiyeti ve asr-ı saadet ile ilgili belki de
en doğru ve en geniş bilgileri toplayabilirsiniz. Fakat, dirin ruhuna ve özüne varamazsınız. Çünkü bu iş yalnız sözler ve olaylarla bilmiyor, asıl varılmak istenen o amaç ve hedeftir ki, uğruna Kur'an-ı Kerîm indirilmiş ve Muhammed Mustafa (s.a.v.) örnek olarak bize gönderilmiştir. Bu amaç ne kadar iyi anlaşılırsa, Kur'an ve siyer de o kadar iyi anlaşılacak ve ne kadar yanlış anlaşılırsa, ikisi hakkındaki bilgimizde o derece
yanlış ve eksik olacaktır. Şurası bir gerçektir ki, Kur'an-ı Kerim ve Rasûl'ün
hayatının her ikisi de derin birer okyanustur. Bunların mealini ve mefhumunu tam olarak anlatmak hiçbir insan için mümkün değildir, insanın gücü buna yetmez. Yapılacak şey sadece insanın gücü yettiği kadar bunları anlamaya çalışması ve böylece dinin özünü kavramasıdır. 

18 Eylül 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Biz müslümanlar, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'ya "Server-i Alem" (Cihan Önderi, Dünya Lideri) deriz. Bunun sade ve basit anlamı, "Dünyanın Lideri" (Serdar-ı Alem)dir. Hintçe'de bu deyim için "Jagal Guru" ve İngilizce'de "Leader of the World" ifadesi kullanılabilir. Görünürde bu büyük bir lâkabtır. Fakat, bu lâkabın verildiği şahsiyetin bıraktığı eserler o kadar büyüktür ki, kendisine "Server-i Alem" demek bir mübalağa değil, tamamıyla hakikattir. Bir kere, bir kişiye "Cihan Önderi" lâkabını vermenin birinci şartı, onun belli bir millet veya ırk ya da sınıf için değil, tüm dünya insanlarının refahı ve mutluluğu için çalışmış, bazı olumlu sonuçlar almış olmasıdır. Bir vatanperver ve milliyetçi
190 lideri yürekten takdir etmiş, onun için medhiyeler düzmüş olabilirsiniz. Onun kendi halkı ve milleti için yaptıklarını övmüş olabilirsiniz. Fakat onunla aynı vatan veya aynı millete bağlı değilseniz, o sizin lideriniz olamaz. Bir kişinin sevgisi, iyiliği ve başarıları sadece meselâ, Çin'e veya İspanya'ya aitse, bir Hintli'nin onu lider olarak tanıması için ortada ne sebep olabilir ki? Aksine, eğer o kişi kendi milletini başkalarından üstün görüyor, başka toplumları alt edip kendi toplumunu yüceltmek istiyorsa bütün milletler ona muhalefet eder, ona nefretle bakarlar.


Bütün milletlerin insanlarının, bir kişiyi kendi liderleri olarak tanımaları, o kişinin ancak bütün milletlere aynı gözle bakması, bütün insanlara eşit muamele yapması, hepsinin mutluluğu ve refahı için çalışması ve bir milleti başka bir millete tercih etmemesiyle mümkündür. Dünyanın liderliği ve önderliğini kazanmanın başka bir şartı, bütün insanlara doğru yolu gösteren kaide ve kurallar getirmektir. Bu kaide ve kurallar, bütün dünyada insanların belli başlı meselelerine birer çözüm getirmelidir. Zaten liderin anlamı başkalarına önderlik etmektir. Ve lidere ancak kurtuluş, refah ve saadet için ihtiyaç duyulur. Demek ki dünyanın liderliği, ancak bütün insanlara refah ve saadet yolunu gösterene verilebilir. Dünya liderliğinin üçüncü önemli şartı, liderliğin belli bir zaman için olmamasıdır. Aksine, talimatı ve mesajı her zaman ve mekâna uygun, her şarta müsait, her ortam ve her çağ için aynı öneme sahip ve her zaman için geçerli olmalıdır.

Bir liderin talimatı bazı zamanlar için geçerli ve uygun, bazı zamanlar için geçersiz ve faydasız olursa, o gerçek bir lider değildir ve ona "Cihan Önderi" lâkabı verilemez. Dördüncü şart, bir liderin sadece usûl ve talimat getirmesi yetmez. O bu usûllere ve kaidelere kendisi uymalı ve talimatının tatbik edilir olduğunu kendi hareket ve fiilleriyle ispatlamalıdır. Böyle bir lider, getirdiği talimata dayalı bir cemaat veya cemiyetin kurulup rahat yaşayabileceğini göstermelidir. Sadece fikir, usûl ve kaideler ortaya koyan bir kişi ancak düşünür veya filozof sayılabilir, lider değil. Lider olabilmek için bir kişinin talimatını düşünceden eylem haline dönüştürebilmesi gerekir. Şimdi geliniz, bu dört şartın, "Server-i Alem" dediğimiz mübarek Zat'la bulunup bulunmadığını görelim: İlk şartı ele alalım. 

Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın hayatına bir göz atacak olursanız, daha ilk bakışta kendisinin bir yurtsever veya milliyetçi olmadığını, bütün insanlığın sevgisini taşıdığını ve evrensel bir düşünce ve inanca sahip olduğunu anlarsınız. O'nun gözünde bütün İnsanlar aynı ve eşittir. Şu veya bu aile, sınıf, cemiyet, millet, ırk veya ülkeye özel bir ilgi veya bağı yoktur. Zengin, fakir, küçük sınıf, büyük sınıf, siyah, beyaz, Arap, Arap olmayan, Doğulu, Batılı, Sümer veya Aryalar diye fark gözetmez, zira O bütün insanların tek bir soy ve kaynaktan geldiğine inanır. Hayatının hiçbir döneminde, belli bir insan sınıfını tercih ettiği veya onlardan yana olduğunu gösteren tek bir söz söylememiş, tek bir harekette bulunmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki, kendisi sağ iken bile, yakın çevresinde Arapların yanı sıra, Habeşli, İranlı, Mısırlı, İsrailli ve Bizanslıların da çok sayıda bulunduğunu görürüz. Kendisinden sonra ise dünyanın her bölgesinin insanları tıpkı kendi milleti gibi O'nu lider olarak tanımışlardır. Bu cihanşümul insan kardeşliği felsefesine bakınız ki, bugün benim gibi Türk ( 1 ) bir Müslüman asırlarca evvel Arabistan'da doğan bir peygamberden takdir ve övgüyle bahsediyor. Şimdi ikinci ve üçüncü şartlan birlikte ele alalım. Hz. Muhammed (a.s.) zamanını, belirli veya birkaç millet ve memleketin geçici ve mahalli meseleleriyle uğraşmakla geçirmemiştir. Tersine, bütün enerjisi ve gücü, dünyanın tüm diğer ufak tefek sorunlarının kendiliğinden çözümlenebileceği büyük bir soruna el atmıştır. Bu büyük sorun nedir? Bu büyük sorun şudur: "Kâinat düzeni neye bağlıysa, insanın hayat nizamı da o usûle bağlıdır. Zira, insan bu kainat'ın parçasıdır ve parça (cüz)nın bütün (kül)e aykırı davranması zaten düzensizlik ve kötülüğün başlıca sebebidir." Siz eğer bu sözleri anlamak istiyorsanız, o zaman bir an için gözlerinizi zaman ve mekân sınırlarından öteye çevirmelisiniz. 

Şimdi yeryüzüne öyle bir şekilde göz atınız ki; dünyanın varoluşundan bugüne dek ve bundan sonraki sınırsız zaman sürecinde yaşamış ve yaşayacak olan bütün, ama bütün İnsanlar gözünüzün önünde olsunlar. Sonra, insanın hayatında şimdiye kadar meydana gelmiş olan ve bundan sonra meydana gelebilecek bütün dengesizlik, düzensizlik ve bozukluğun altında ne bulunduğunu araştırmalısınız. Bu nokta üzerinde durdukça ve konuyu derinliğine inceledikçe şu sonuca varırsınız. "Bütün kötülük ve düzensizliğin altında insanın Allah'a başkaldırması yatmaktadır." Çünkü, Allah'a başkaldırmış olan bir kişi mutlaka şu iki hareketten birini yapmaktadır. Ya kendini bağımsız, muhtar ve sorumsuz sanarak keyfine göre hareket eder, ki bu onu zâlim, serkeş ve gaddar yapar. Ya da, Allah'ın dışında başka ilâh ve putlara tapmaya başlar. Bu cehâlet ve bilgisizlik ise dünyada kötülüğün birçok şekilde ortaya çıkmasına sebep olur.

Her iki durumda da sonuç vahim olur. Bu da, tabiata karşı gelmek ve tabii olan her şeyi altüst etmekten ileri geliyor. Gözümüzün gördüğü kâinat aslında Allah'ın saltanatıdır. Yer, gök, ay, rüzgâr, su, ışık hepsi Allah'ın tasarrufundadır. İnsan bu saltanatla doğuştan tebaa durumundadır. Şimdi bu saltanatın belli bazı kaide ve kuralları vardır. Bunun bir parçası olan insan kalkıp bu kaide ve kuralları bozmaya, keyfine göre hareket etmeye başlarsa, sonuç iyi olmaz. İnsanın, kendisi üzerinde bir hâkimin bulunmadığını zannetmesi, O büyük varlığa her hareketinin hesabını vermekle mükellef olmadığını sanması, gerçeklere ters düşmekten ibarettir. Böylece kendi başına buyruk kesilip sağa-sola saldırıp, hayat kanunlarını bozmaya çalışması, vahim sonuçlar doğurur. Aynı şekilde, insanın Allah'tan başka bir insan, hükümdar, lider veya kuvvet ve iktidar sahibi birine tapması, ona sevgi veya korkuyla aşırı derecede bağlı olması da yaratılış kanunlarına zıt bir harekettir. Zira, Allah'tan başka herhangi bir kuvvet ve varlık tapılacak meziyetlere sahip değildir. Dolayısıyla, bunun sonucu da felâkettir.

Tabiat kanunu ve nizamına uymak, iyi ve müsbet neticeler almanın tek yoludur. Yani, insan olumlu ve yararlı sonuçlar almak istiyorsa, başını yerde ve gökte tek hâkim olan Allah'a eğmelidir. Benliğini ve isyankârlığını O'na teslim etmelidir. İtaat ve teslimiyetini O'na bildirmelidir. Kısacası, hayatının kaide ve kanunlarını başkalarından değil yalnızca O'ndan almalıdır. Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)'nın insan hayatının temelden ıslahı için sunduğu geçerli reçete işte budur.

Bu öyle hayati bir reçetedir ki, doğu ile batı gibi kavramlardan uzaktır. Yeryüzünde insanların yaşamakta oldukları her yörede ve her iklimde düzensizlik, kötülük ve her türlü hastalığı giderecek ilaç işte budur. Bu inanç ve iman zaman kavramının dışında, hal ve mazi hudutlarının ötesindedir. Bu formül yaklaşık 1400 yıl önce nasıl yeni ve geçerliydi ise bugün de aynıdır ve 10 bin yıl sonra da aynı kalacaktır. Son bir şart daha kalıyor. Bunun izahı da şöyledir: Rasûl-ü Ekrem (a.s.)'nın sadece kaide ve kanunlar getirmekle yetinmeyip bu kaide ve kanunlara dayalı dinamik, güçlü, kalıcı bir toplum da oluşturduğuna tarih şahittir. Hz. Muhammed (a.s.) 23 yıl gibi kısa bir süre içinde, yüz binlerce insanı İslâmiyet'in çatısı altında toplayarak Allah'a teslim olmalarını sağladı. Onlar sadece kendilerini beğenmişlikten kurtarmadı, aynı zamanda sahte tanrılar ve başka insanlara tapmalarına da son verdi. Sonra hepsini Allah adına birleştirerek yeni bir ahlâk nizamı, yeni bir uygarlık düzeni, yeni bir ekonomik sistem, yeni bir devlet nizamı kurdu ve getirdiği usûl ve talimatına dayalı adil ve mesut bir hayat nizamının nasıl tesis edilebileceğini dünyaya fiilen göstermiş oldu. İşte bu büyük başarıdan dolayıdır ki, biz Hz. Muhammed (a.s.)'a Server-i Alem (Cihan Önderi) demeye mecburuz. O'nun liderliği, önderliği ve meydana getirdiği eserler tek bir millet değil, bütün insanlık içindi. İşte bütün insanlığın müşterek mirası budur. Bu ortak mirasda kimse kimseden daha fazla hak iddia edemez. Herkes bu mirastan istifade edebilir.

( 1 ) Kitabın Yazarı Pakistan' lıdır, Ben Türk olduğum ve aynı düşüncelerde olduğum için Oraya Türk yazılmasını uygun gördüm  

17 Eylül 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Üç Şüphe'nin Giderilmesi

Bu açık ve kesin işaret ve haberlerde sadece üç şey ilk bakışta şüpheli erde ve Barnabas İncili'nin başka bölümlerinde Hz. Îsa'nın, kendisinin Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir. İkincisi, sadece yukarıdaki alıntılarda değil, İncil'in diğer birçok yerlerinde de Rasûlullah (a.s.)'ın asıl Arapça ismi olan "Muhammed" açıkça zikredilmiştir.

Peygamberlerin gelecekten haber verirken kesin ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşahede edilmiştir. Üçüncü nokta yukarıdaki ibarelerde Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan "Mesih" olarak bahsedilmesidir.

Birinci şüphe için şunu söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas İncili'nde değil, Lucas (Luka) İncili'nde de Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi havari ve şakirtlerine kendisine "Mesih" dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır. Lucas İncili'nin sözleri şunlardır: "O onlara sordu, siz bana ne diye hitap edersiniz? Peter cevap verdi: 'Allah'ın Mesihi'. Bunun üzerine onları tenbih etli, 'bunu kimseye söylemeyin' (Bölüm: 9; 20-21). 

Bu yasaklamanın sebebi, öyle sanıyoruz ki, Hz. Îsa'nın kendi isminin beklenen Mesih ile karıştırılmasını istememesiydi. Bilindiği gibi, İsrail Oğulları öteden beri
Mesih'in gelmesini bekliyorlardı. Onlara göre Mesih kılıcıyla bütün Hak düşmanlarını mağlup edecekti. İşte bunun üzerine Hz. Îsa (a.s.) bekledikleri Mesih'in kendisi olmadığını ve O'nun kendisinden sonra geleceğini açıklamak zorunda kaldı.

İkinci şüpheye gelince, halen dünyada varolan Barnabas İncil’inin Latince tercümesinde Resûl-i Ekrem'in adı gerçekten "Muhammed" olarak geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi dillerden tercüme üstüne tercüme edilerek Latinceye kadar geldiğini bilmiyor. Barnabas İncil’inin aslının Süryanice
olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, Hz. Îsa ile havarilerinin dili buydu. Kitabın aslı bulunsaydı, onda Hz. Muhammed (a.s.)'in adının nasıl yazıldığını görmemiz mümkün olacaktı. Bize göre, daha önce İbn İshak'ın Yuhanna İncil’inin tercümesinden bahsederken belirttiğimiz gibi, Hz. Îsa aslında muhtemelen "Munhamanna " sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra bu
sözcük muhtelif tercümelerde muhtelif şekilde ifade edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdelenen peygamberin isminin hemen hemen "Muhammed" manasına geldiğini gören bir mütercim bu ismi yazmış olabilir. Bu sebeple, sadece "Muhammed" isminin açık seçik şekilde yazıldığını görerek, bütün Barnabas
İncili'nin bir müslüman tarafından kaleme alındığını iddia etmek yanlış olur.

Üçüncü noktaya gelince, "Mesih" aslında bir İsrail terimidir. Bu terim, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Îsa (a.s.)'nın Mesih olduğunu inkâr eden Yahudileri ikna etmek üzere kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur'an-ı Kerim'in terimidir ne de
bu terim Kur'an'da İsrail Oğullarının kastettiği anlamda kullanılmıştır. Bu bakımdan, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) hakkında, Hz. Mesih (a.s.) "Mesih" kelimesini kullanmış ve Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime kullanılmamışsa, bundan Barnabas İncili'nde, Kur'ân'da olmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e atfedildiği anlamı çıkmaz. Aslında Beni İsrail'de şöyle bir gelenek vardı. Bir şahıs veya eşya kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da şahsın başına mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice'de yağ sürme hareketine "mesh" ve başına yağ sürülene de "mesih" denilirdi. Tapınak ve ibadet yerlerinde bulunan çanak çömlek, tabak, bardak ve sürahiler aynı şekilde "mesh" edilerek ibadete tahsis edilirdi.

Kâhin ve rahipler de rahiplik mevkiine getirildiği zaman "mesh" (takdis) edilirlerdi. Aynı şekilde hükümdar ve peygamberler de taç giyerken veya peygamberlik mevkiine yükselirken takdis edilirlerdi. Yani İncil açısından, İsrail
oğullarının tarihinde sayısız "mesh" olayı ve "Mesih" vuku bulmuştur. Nitekim, Hz. Harun (a.s.) bir haberci olarak bir "Meshti. Aynı şekilde, Hz. Musa haberci ve nebi olarak, Talût padişah olarak, Hz. Davud padişah ve peygamber olarak,
Sadak, hükümdar ve kâhin olarak ve Hz. Elyesa bir nebi olarak birer mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için illâ yağ sürme ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafından bir mevkiye veya göreve tayin edilmesi, "mesih"
veya takdis edilme anlamına eşit hale geldi. Meselâ, Hükümdarlar, Bölüm: 19'da Allah'ın, Hz. İlyas (İlliyah)'a, Haz'ayil'i mesh edip Arâm (Şam) hükümdarı, Nemsi'nin oğlunu meshedip İsrail hükümdarı ve Elyesa'yı meshedip kendisinin yerine nebi yapma emri verildiği kaydedilmiştir.

Bunlardan hiçbirinin bar sına yağ sürülmedi. Yalnızca, Allah tarafından bir vazifeye getirildiklerini ilân etmek, onları mesh (takdis) etmek anlamına gelirdi. Demek oluyor ki, İsrail oğullarının anlayış ve geleneklerine göre, "mesih" kelimesi sadece "Allah tarafından görevlendirilmiş" anlamına gelirdi. Ve Hz. Îsa (a.s.) da Hz. Muhammed (a.s.) için "Mesih" kelimesini bu anlamda kullanmıştı7[5].


7[5] Mesih kelimesinin İsrail oğullarının anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları için
Bk: Encyclopadea of Biblical Literature, "Messiah" maddesi

Gelecek Konu : Cihan Önderi: Hz. Peygamber Bütün Dünyanın Ortak Mirasıdır

16 Eylül 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

Barnabas İncili'nde Yer Alan Açık işaret ve Haberler

Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili'ne Karşı Çıkıyor?'da  kısaca değinmeye çalıştığımız hususlar, Barnabas İncili'nin diğer dört İncil'den çok daha güvenilir olduğunu göstermeye yeter sanırız. Bu İncilde Hz. Mesih (a.s.)'in söz, fiil ve sireti gerçeğe uygun şekilde anlatılmıştır.


Maalesef, Hıristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları ile Hz. Îsa'nın talimatını bu İncil ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar. Bu açıklamalardan sonra, zannediyoruz, Barnabas İncili'nde, Peygamber Efendimiz (a.s.)'in gelişine dair Hz. Îsa'nın ağzıyla dile getirilen işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz. Söz konusu haberlerde Hz. Îsa, Hz. Muhammed (a.s.) için bazen "Rasûlullah" bazen da "Mesih" kelimesini kullanmıştır. Bazen "Takdir Edilmeye Lâyık" ibaresini kullanmış, bazen da öyle sözcükler kullanmış ki, bunlar "Lailâhe illallah Muhammed-ur Rasûlullah" anlamına gelmektedir. Hz. Îsa'nın, Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkânsızdır. Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz:

"Allah'ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144 bindi, muğlak şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o Allah'ın Rasûlüdür". (Bölüm; 17) "Ferisiler ile Lâviler, dedi ki, madem ki sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunuyorsun ve kendini Mesih'den de daha büyük olarak gösteriyorsun. Îsa Mesih dedi ki, Tanrı'nın benim vasıtamla gösterdiği Mu'cizelerin maksadı, benim yaptıklarımın hepsinin Tanrı'nın isteğine bağlı olduğunu size göstermektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten büyük saymıyorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin
çorabının boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O dinin hiç son bulmaması için hakikatleri yanında getirecektir." (Bölüm; 42)


"Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu peygamberlerin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama Allah'ın Rasulü gelince, Allah O'na adeta elindeki mührünü verecektir. Taa ki, O'nun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O inkârcılara hâkim olacak ve putperestliği öylesine yeryüzünden silecektir ki Şeytan
kaçacak delik arayacaktır". (Bu satırlardan sonra, Hz. Îsa'nın şakirtleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuşmada Îsa Mesih (a.s.) müstakbel 
peygamberin Beni İsmail'den olacağını izah ediyor). (Bölüm; 43)

"Bu sebeple size diyorum ki, Rasûlullah, Allah'ın yarattığı hemen hemen bütün mahlûk ve eşyaları memnun edecek bir saadettir. Zira O, anlayış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla doludur. O, cömertlik, rahmet, adâlet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın ruhuyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç misli verilmiştir. Yani Allah'ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle O'nun dünyaya gelişi ne mübarek bir an olacaktır. İnanın, ben O'nu görmüş ve ona saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin O'nu gördüğü ve O'na saygılarını sundukları gibi. Allah O'nun ruhunu görerek O'na Nübüvvet bahşetti. Ve ben O'nu görünce heyecandan ruhum titredi ve dedim ki: "Ey Muhammed (methedilmiş kişi, zât) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin pabuçlarının bağlarını bağlamaya
lâyık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve Allah'ın mukaddes varlığı sayacağım". (Bölüm; 44)


"(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, Yaratıcımız, Allah'tır ve O sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve kurtuluş getirecek olan
Allah'ın Rasûlü için zemin hazırlamaktayım... Andreas dedi ki: 'Ey Üstâd, O'nun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki O'nu. tanıyalım!.' Îsa Mesih (a.s.) cevap verdi: 'O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine birkaç zaman sonra gelecek. O zamana kadar benim İncil'im öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla 30 mü'min bulunacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasûlünü gönderecektir. O Rasûlün başında beyaz bulutun gölgesi olacaktır. Bu gölge sayesinde Allah'ın sevgilisi ve yakını olduğu belli olacaktır ve O'nun aracılığıyla dünya Allah'ın mağfiretine kavuşacaktır. O, inkârcı insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden putperestliği silecektir. Ve ben bundan son derece
memnunum, zirâ O'nun sâyesinde Tanrı'mız tanınacak, takdis edilecek ve hakikati dünyaya anlatacaktır. O ayrıca beni İnsanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam alacaktır...


O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır!" (Bölüm; 72)


"Allah için and Kudüs'te mi yoksa Süleyman tapınağında mı içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah rahmetini başka bir şehre nâzil edecektir. Ondan sonra her yerde O'nun için doğru biçimde ibâdet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde hakiki namazı kabul edecektir...


Ben aslında, İsrail Kavmi için kurtarıcı nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı O'nun için yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah'a ibâdet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacaktır" (Bölüm; 83)


"(Mesih, Başrahibe söyledi:) Yaşayan canım elinde olan Yaradan'a yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben değilim. Allah bu nebî ile ilgili vaadini atamız Hz. İbrahim'e (a.s.) şöyle diyerek vermişti:


"Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır". (Doğum: 22; 18). 


Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, Şeytan yine isyân çıkaracaktır ve
mü'min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrı'nın oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle, sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. Ta ki belki de en çok 30 iman sahibi geriye kalacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü
gönderecektir. O Rasûl ki, O'nun için dünyanın her şeyi yaratılmıştır. O Rasûl bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları putperestler ile beraber mahvedecektir. Şeytandan iktidarını alacaktır. Ve Allah'ın rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında getirecektir. Ne mutlu, O'nun sözlerini dinleyene." (Bölüm; 96)


"Baş Rahip sordu: 'Allah'ın bu Rasülünden sonra başka nebi'ler de gelecek mi?' Mesih cevap verdi. 'Bundan böyle, Allah'ın gönderdiği hakiki nebiler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler geleceklerdir. Ben bunun için üzgünüm. Çünkü Şeytan, Allah'ın adaletli kararı yüzünden bunları sahneye
koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncil'imin perdesinin arkasında saklanacaklardır" (Bölüm; 97)

"Kâhinlerin başı sordu, 'Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır? Îsa Mesih dedi ki, 'Bu Mesih'in adı "Takdir Edilmeye Lâyık"tır. Zira, Allah O'nun ruhunu yarattığı zaman O'na bu ismi
kendisi vermişti. Ve orada O'na seçkin bir muamele yapılmıştı.


Allah dedi ki: "Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti. dünyayı ve birçok mahlûku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman, kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır, öyle ki, yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin dinin ayakta duracaktır. Öyleyse, O'nun mübarek ismi Muhammed'dir" (Bölüm;97)


Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. Îsa şakirtlerine hitaben yaptığı konuşmada "şakirtlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktı" dedi ve şunları ekledi: "Bundan sonra beni salacak olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira Allahu Teâlâ beni yerden semaya kaldırtacak ve o hâinin yüzünü öylesine değiştirmiş
olacak ki, herkes onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmama yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah'ın mukaddes Rasûl'ü gelince bana sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o
Mesih'e sadakatimi bildirdiğim için yapacaktır. O bana mükafatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış olacaktır" (Bölüm; 113)


"(Hz. Îsa şakirtlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa (a.s.)'nın kitabından gerçekler çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız Davud (a.s.)'a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davud'un kitabında değişiklikler yapılmamış oldaydı. Allah bana İncil'i vermezdi. Zira, Allah, yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren değildir. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. O, Rasûlullah geldiği zaman, inkârcı insanların benim Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri
temizleyecektir." (Bölüm; 124)


Gelecek Konu: Üç Şüphe'nin Giderilmesi

15 Eylül 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Rasûllerin Dünyaya Geliş Sebepleri 1

"Kendi elleriyle yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına bir felâket geldiği zaman: 'Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndersende ona uyup mü'minlerden olsaydık' diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik)". (Kasas; 47)



Kur'an-ı Hakim çeşitli yerlerde bu hususu peygamberlerin dünyaya gönderilmesinin sebebi ve maksadı olarak gösteriyor. Ama bundan, her zaman, her yere bir peygamberin gelmesinin şart olduğu sonucu çıkarılmamalıdır.
Aslında, dünyada bir Resul'ün mesajı olduğu gibi durduğu ve bunun başkalarına ulaşma imkânı varolduğu sürece yeni bir Resûl'e gerek yoktur. Ama bu mesaja bir şey eklenmek veya yeni bir mesaj verilmek gerekiyorsa, yeni bir peygamber gelebilir. Ancak, peygamberlerin getirdiği talimat ortadan kalkar, İnsanlar doğru yoldan saparsa, insanların bazı özürlerde bulunabilmek imkânı vardır. Örneğin, söz konusu kişiler diyebilir ki "bize Hak ile Batıl arasında ayırım yapma öğretilmediği ve doğru yolu görebilmemiz için hiçbir şey yapılmadığı için doğru yolu bulamadık." Allah işte bu tür
özürlere mehil bırakmamak için Nebi ve Resulleri, gerektiği ve uygun bulduğu zamanlarda dünyaya göndermiştir. Ta ki doğru yoldan sapmış olanlar sorumluluğu başkalarına atmasınlar.


"Biz peygamberleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıp korkutucular olarak göndermekleyiz, inkâr edenler ise hakkı bâtılla gidermek için mücâdele ediyorlar. (Onlar) âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alaya alıyorlar." (Kehf; 56)
Allahu Teâlâ'nın peygamberleri, karar anı gelmeden önce insanlara itaat ve sadakatin nimetlerini ve itaatsizliğin kötü sonuçlarını anlatmayı ihmal etmezler.
"Allah katında din, İslâmdır. Kitab verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki ihtirastan ötürü, ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir". (Al-i İmran; 19)


Demek ki, Allah tarafından, dünyanın her köşesine ve her devirde gönderilen peygamberlerin dini İslâm'dı. Ve hangi dilde olursa olsun, dünyaya nâzil olan Allah'ın kitabı insanlara İslâmiyeti öğretti. Gerçek dinin değiştirilip, başka
din ve nizamlar haline sokulan inanç ve kuralların ortaya çıkmasının sebebi de, insanların kendi menfaatlerini ön plâna çıkarıp başkalarının haklarına tecavüz etme hevesleriydi.


Kur'an-ı Kerim'in bize öğrettiğine göre, peygamberler kendilerine vahiy gelmeden önce diğer İnsanlar gibi alelade bilgilere sahiptiler. Vahy'in gelişinden önce, başka insanların sahip bulunduğunun dışında herhangi bir bilgi kaynakları
yoktu. Onun için, "hiç bilmezdiniz, kitap nedir ve iman nedir" (Şûra; 52). "Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi" (Duha; 7), buyurulmuştur.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Hz. Peygamberin Hayatı

Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili'ne Karşı Çıkıyor?

Hıristiyanların Barnabas İncili'ne neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in gelişine dair açık seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını görürüz. Zira, Hıristiyanlar bu İncil'i zaten Hz. Muhammed (a.s.)'in doğuşundan önce reddetmişlerdi. 

Aşağıdaki satırlarda Hıristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız. Bilindiği üzere, Hazreti Îsa'nın ilk taraftarları kendisini sadece bir Peygamber olarak tanırlardı, O'nun bütün talimatlarına harfiyyen uymazlardı. Bu ilk yandaşları Musevi
şeriatına bağlı olup akide, ilâhî emir ve ibadetler bakımından kendilerini Beni İsrail'den ayrı saymazlardı. İlk Hıristiyanlar ile Beni İsrail arasındaki tek fark, birincilerin Hz. Îsa'yı Mesih olarak tanımaları ve O'na iman etmeleriydi. Oysa, Beni İsrail Hz. Îsa'yı peygamber olarak tanımıyordu. Daha sonra, Aziz Paul Hıristiyan cemaatine girince Romalı, Yunan ve İsrailli veya Yahudi olmayan diğer ulusları da Hıristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple, yeni bir mezhep ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve kurallar açı-
sından Hz. Îsa'nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı.

Aslında bu aziz, hiçbir zaman Hz. Îsa'yı görmemiş, ondan telkin almamıştı. Hatta Hz. Îsa sağ iken kendisinin en büyük muhaliflerinden biriydi ve Îsa peygamber göğe çıkartıldıktan sonra birkaç yıl bu tavrına devam etti. Daha sonra Hıristiyan olarak yeni bir dini oluştururken de kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz. Îsa'nın hiçbir söz veya fiilini halka göstermedi, aksine bunların kaynağının şahsi ilham olduğunu ileri sürdü.

Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu dinin Yahudi olmayan bütün kavim ve milletlerin tereddütsüz kabul edebileceği mahiyette olmasaydı. Nitekim, bir Hıristiyanın Yahudiliğin bütün şeriatından bağımsız olduğunu ilân etti.

Yiyecek, içecek konusunda her türlü helâl ve haram farkını ortadan kaldırdı. Yahudi olmayanların zoruna giden sünnet ananesine de son verdi. Sadece bunlar değil, Hz. Îsa'nın ulviyeti, Allah'ın oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Adem oğullarının günahını üstüne aldığı ve böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli saçma sapan tezleri de ortaya atıverdi.

Fakat bu tür fikir ve tavırlar müşrik ve kâfirlere çok cazip geliyordu ve Aziz Paul bu gibi uydurmalarla hissiyatlarını okşamaya ve yeni dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. Îsa'nın ilk yandaşları bu tür bidat ve batıl itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki, Aziz Paul’un şeytanca bir düşünce ile Hıristiyanlığa
açtığı bu kapıdan Yahudi olmayan Hıristiyanlar büyük bir sel halinde girdi ve bu baskın karşısında çok az sayıdaki özüne bağlı dindar kişiler dayanamadılar. 

Yine de M.S. üçüncü yüzyılın sonuna kadar, Hz. Îsa'nın ulûhiyetini reddeden çok kişi vardı. Ne var ki, MS. dördüncü gün başında Nicaea'da toplanan Paralık Konseyi (325), Aziz Paul'ün düşünce ve görüşlerini Hıristiyanlığın esasları olarak kabul etti. Daha sonra, Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığı resmi din olarak benimsedi. Bu olay, İmparator Theodoseus zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan sonra, Aziz Paul'ün akide ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler gayet doğal olarak gayri meşrû ve gayr-i kabili rücû ilân edildiler. M.S. 367'de ilk defa, Athanasius'un bir mektubuna uygun
olarak muteber, meşrû kitap ve vesikaların listesi hazırlandı. Bu listeyi 382'de Papa Damasius başkanlığında toplanan konsey onayladı. Beşinci yüzyılın sonunda ise, Papa Gelasius bu listeyi tasdik etmesinin yanı sıra muteber ve meşrû olmayan kitap ve vesikaların listesini de hazırlattı. İşin ilginç tarafı, adı geçen kitapların meşru, güvenilir veya güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece Aziz Paul'ün uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hıristiyan âlim veya kilise adamının çıkıp bunların Hz. Îsa'nın talimatına uyduğunu iddia etmeye cesaret edemeyişiydi. Hatta, muteber
ve meşrû kitaplar mecmuasına dahil edilen İncil'lerde de Hz.Îsa'nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt bulunmuyor.

Gayet tabii ki, Barnabas İncili, itibar edilmeyen ve meşrû olmayan kitapların listesinin başına geçirilmişti. Bunun başlıca sebebi, muhtevasının o zaman revaçta olan resmi dinin inanç ve kurallarına tamamıyla zıt olmasıydı. Kitabın
yazarı, başta kitabı kaleme alışının sebebini anlatıyor: ."Bu kitabın gayesi, Şeytan'ın hilelerine uyarak Hz. Îsa'yı Allah'ın oğlu ilân edenleri ıslah etmektir.

Bu İnsanlar (Şeytan'a uyanlar) erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Aziz) Paul de vardır." Barnabas'ın beyan ettiği gibi, Hz. Îsa sağ iken, Mu'cizelerini gören müşrik Romalı askerler O'nun Allah'ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye başladılar ve bu yanlış inanca daha sonra İsrail Oğulları da bulaştılar.

Barnabas bundan sonraki gelişmeleri şöyle nakleder: "Hz. Îsa bu gidişata çok üzülmüştü. Defalarca, O'nun etrafını saranları uyardı ve yanlış inançlarını şiddetle kınadı.

Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu öğrenciler, Hz. Îsa'nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı Mu'cizeler gösterdiler. Bu gösterinin maksadı kendisinden Mu'cizeler sadır olan bir kişinin Tanrı veya Tanrı'nın oğlu
olması gerekmediğini açıkça ortaya koymaktı". Barnabas bundan sonra Hz. Îsa'nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarını nakleder. Bu konuşmalardan, Hz. Îsa'nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu
anlaşılıyor. 

Barnabas Hz. Îsa'nın ümmetinin doğru yoldan sapmasından son derece endişeli olduğunu ifade ediyor. Ayrıca, Aziz Paul'ün, Hz. Îsa'nın çarmıhta can verdiği yolundaki gerici akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi gözleriyle gördüğü olayı şöyle anlatıyor: "Şakirt Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Baş Hahamlarından rüşvet alarak Hz. Îsa'yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah'ın emriyle, dört melek, Hz. Îsa'yı semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda'nın
yüzü ve sesi tamamıyla Hz. Îsa'nınki gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. Îsa değil Yahuda gerildi". Barnabas İncili'ndeki bu ifade, görüldüğü gibi, Paul'ün kurduğu Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur'an-ı Kerim'in ifadesini de tamamıyla doğrular niteliktedir. 

Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncili'ndeki bu ifadeler, kitabın Hıristiyan kilise adamları tarafından aforoz edilmesine sebep oldu.

Gelecek Konu: Barnabas İncili'nde Yer Alan Açık işaret ve Haberler

6 Eylül 2015 Pazar

Hz. Peygamberin Hayatı

Barnabas İncili Hakkında Bazı Temel Bilgiler

Barnabas İncili'nde Resul-ü Ekrem (a.s.)'in dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan isterseniz önce Hıristiyanlarca meçhul kamış, müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu kitabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hıristiyanların bundan neden bucak bucak kaçtıklarını kavramış olacağız.

Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncil'den hiçbirinin Hz. Îsa'nın sahabeleri veya havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncil'leri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının Hz. Îsa'nın
havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini iddia etmemiştir.

Böyle atıflar şöyle dursun, yazılanların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivayet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor.

Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki: "Ben Hz. Mesih'in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberdim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum." Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: "Hz. Mesih bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri
açıkça ortaya koymamı emretmişti."

Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes'in "Ameller Bölümünde" bu şahsın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahudi ailesine mensuptu.

Hıristiyanlığın yayılması ve Hz. Îsa'nın taraftarlarına yapılan yardımlar konusunda Barnabas'ın büyük hizmetler verdiği kaydedilmiştir. Fakat, kendisinin ne zaman Hıristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiştir. Ayrıca, üç İncil'de geçen ilk
havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncil'in yazarının bu Barnabas mı yoksa başka bir Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor.

Matta ile Markos'un verdiği havariler listesini, Barnabas'ın listesiyle karşılaştıracak olursak, ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şahit oluruz. Bir Torna (Thomas) ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veriyor ve diğeri Şemun Kenanî, ki bunun yerine Yakup oğlu Yahudah (Juda)nın adını
yazıyor. Lucas'ın İncil'inde bu ikinci isim de vardır. Bu bakımdan, sonradan Hıristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin, Barnabas'dan ve onun İncil'inden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine Thomas'ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hıristiyan aziz ve din adamları için olağan bir şeydi.

Tarafsız ve sağduyulu bir kişi Barnabas İncil'ini okuduktan sonra bunu Ahd-i Cedid'in dört İncil'iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer dört İncil'den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. 

Bu İncil'de Hz. Îsa'nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncil'de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas İncil'inde daha düzgün ve anlamlı hale getirilmiştir, özellikle tarihi olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanı sıra, Hz. Îsa'nın dini telkinleri
burada dört İncil'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. 

Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allahu Teâlâ'nın sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsa'nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük örneğini bile, dört İncil'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık vakıf olan biri bile, bu İncil'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. Îsa'nın kişiliği ve öğretileri diğer dört İncil'e nisbetle Barnabas İncili'nde, daha net, daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncil'de diğer İncil’lerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezat da yoktur.

Barnabas İncili'nde yer alan Hazreti Îsa'nın hayatı ve talimatı bir nebinin hayatı ve talimatına tıpa tip uyuyor. Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakk'ı
tanımanın bir yolu olmadığını belirliyor ve peygamberlere boş verenin aslında Allah'a boş verdiğini anlatıyor. Tevhid, Peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncil’inde sık sık bahsedilen namazların aslında müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberlerin listesine Hz. Davud ile Hz.
Süleyman (a.s.)'ı da dahil ediyor. Halbuki hem Yahudiler hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz.İsmail (a.s.)in "zebih" (Allah'a adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahudi
âlimi de, bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail Oğullarının kendi menfaatleri için Hz. İshak (a.s.)'ın zebih veya kurban olduğunu herkese inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki kayıtlara göre Hz. Îsa
(a.s.)'nın ahiret, kıyamet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur'an-ı Kerim'de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.

Gelecek Konu: Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili'ne Karşı Çıkıyor?

4 Eylül 2015 Cuma

Hz. Peygamberin Hayatı

Barnabas İncili

Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili Hz. Îsa'nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. Îsa'nın hayatı ve eserleri hakkında da bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Katolik Kilisesinin meşru ve
geçerli saydığı sadece dört İncil değildir. Bu hususta belki de nispeten daha muteber kaynak, kilisenin "muhtevası şüpheli" olduğu gerekçesiyle nazarı dikkate almadığı Barnabas İncili'dir. Çok ilginçtir, Hıristiyanlar bu kutsal kitabı
saklamaya azami gayret göstermişlerdir. Bu kitap asırlarca herkesin gözünden uzak kaldı. On altıncı asırda Latince tercümesinin nadir bir nüshası Papa Sixtus'un kütüphanesinde bulunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine
izin verilmiyordu. Ancak on sekizinci yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında Viyana İmparatorluk Kütüphanesine ulaştı. 1907'de bu İncil'in İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser piyasaya çıkar çıkmaz, Hıristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pek çok din adamıyla kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hıristiyan dininin yok olmasına
neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha esrarengiz, ama plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce tercümesinin yayınlanması mümkün olmadı.

Aynı şekilde Latince tercümesinden İspanyolcaya çevrilen nüshanın on sekizinci yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur'an-ı Kerim'in İngilizce meâlinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor.



Ben, Oxford'da yayınlanan İngilizce tercümesinin fotokopisini okuma fırsatını buldum. Barnabas İncili'nin tümünü dikkatle okudum. Bence, bu İncil Hıristiyanlar için büyük bir nimettir ve sadece taassup ve inatçılıkları yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.




Hıristiyan literatüründe Barnabas İncili'nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncil olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş, ilim ve irfandan nasip
alamamış bazı Hıristiyan din adamları bunun bir müslümanın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncil'in metninde pek çok yerlerde Hz. Peygamber (a.s.)'in dünyaya geleceği konusu da açık seçik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncil'i okuyan herkes, bunun bir müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkincisi, böyle bir kitap bir müslüman tarafından yazılmış olsaydı bu, müslümanlar tarafından iyice tanınır ve
müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell'in Kur'an-ı Kerim'in İngilizce mealinden önce müslümanlar Barnabas İncili'nin adını bile duymamışlardı. Taberi, Yakûbi, Mes'udi, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiye vs. gibi Hıristiyan kaynaklarına iyice vakıf olan fakih, yazar ve tarihçiler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncili'ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm dünyasında sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bibliyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (Bk. "El Fihrist" ve "Keş-üz Zünûn") tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncili'ne rastlamak mümkün değildir. Hıristiyanların ileri sürdüğü
iddianın asılsız, oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius I döneminde "yanlış ve dini düşüncelere aykırı kitaplar" adı altında hazırlanan listede Barnabas İncili (Evangelium Barnabe)nin adının geçmiş olmasıdır. Söyler-
misiniz, o çağda bu sözde sahte İncili yazacak bir müslüman var mıydı?


Gelecek Konu: Barnabas İncili Hakkında Bazı Temel Bilgiler

3 Eylül 2015 Perşembe

Hz. Peygamberin Hayatı

Necaşi'nin Şehadeti

Bundan daha eski tarihi delil, Habeşistan Kralı Necaşi'ye bir avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Hz. Abdullah bin Mesud (r.a.)'un rivâyetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan müslümanlar, Kral Necaşi'nin huzuruna çağrılınca, heyet başkanı Hz. Ca'fer bin Ebû Talip (r.a.) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. 

Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki: "Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. İncil'de zikri
geçen elbette O'dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsa bize vermişti." (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümmü Seleme (r.a.) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda
Habeşistan Kralı Necaşi, Hz. Îsa'nın bir Nebi'nin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu kıssa ile ayrıca, İncil'de, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)nın gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi'nin, gelen
peygamberin Hz. Muhammed (a.s.) olduğu neticesine varmakla hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikâyeden, Hz. Îsa'nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.


Gelecek Konu : Barnabas İncili

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Hz. Peygamberin Hayatı

"Munhamanna"

 Yuhanna'nın Yunanca İncil'inde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla halletmiyor. Bir kerre, bu İncil de
Süryaniceden Yunancaya çevrilmişti. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan, Hz. Îsa'nın kullandığı Süryanice kelimedir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişam'ın Siyer-i Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn Hişam'da sadece aradığımız
kelime bulunmakla kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişam, Muhammed bin İshak'a atfen Yuhannes (Yuhanna) İncili'nin 15. Bölümü -âyet 23 ilâ 27 ve Bölüm-16 âyet; 1 'in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca "paracletus" kelimesi yerine Süryanice "Munhamanna" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshak ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: "Munhamanna" kelimesi Süryanicede Muhammed (methedilmiş) ve Yunancada "pericletus" anlamına gelmektedir" (İbn Hişam, cilt I, s. 248).

Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistin'li Hıristiyanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768'de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistin'li Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hıristiyan, müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunancanın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı.

Şimdi İbn İshak'ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, "Munhamanna" geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça "Muhammed" kelimesi ya da Yunanca "Pericletus" sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsa'nın Hz. Peygamber (a.s.)'in mübarek ismini vererek kendisinden sonra
dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncili'nde geçen kelimenin aslında "periclytos" olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan "paracletus" olarak değiştirildiği
de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.


Gelecek Konu: Necaşi'nin Şehadeti

25 Ağustos 2015 Salı

Hz. Peygamberin Hayatı

Dünyanın Lideri Olacak

Bu inkâr edilmez tarihi hakikatlerin ışığında Yuhanna İncili'nin yukarıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. Îsa'nın kendisinden sonra gelecek bir peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz.
Îsa, (a.s.) bu şahsiyeti "dünyanın lideri", "ebediyen yaşayacak", "doğruluğun bütün yollarını gösterecek" ve bizzat kendisini (Hz. Îsa'yı) "teyid edecek" bir kişi olarak tarif etmektedir.

Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Ruh'ül-Kuds'an (Kutsal Ruh) ve "Hakikat'ın Ruhu" gibi kelimeler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir.

Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki öğretileri cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak
nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir hususiyeti de "yardımcılık"tır. Tercümede biz "yardımcı" kelimesini kullandık. Hıristiyanlar Yuhanna İncili'nin Elence asıl
nüshasında geçen kelimenin "'paracletus" olduğunda ısrar etmektedirler. Ama bunun manasını tesbit ederken kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca "paraclete"nin anlamı şunlardır: Bir yere çağırmak, yardıma
çağırmak, ikaz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs. Elencede bu kelimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret vermek, İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada buna yukarıdaki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. 

Origen, bu kelimeyi bazı yerde "teskin eden" ve bazı yerde "takbih eden" olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, söz konusu kelimenin geçtiği ibarelerden
hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler bunu "öğretmen" ve "hoca" olarak çevirmişlerdir. Ama Yunancanın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Turtulian ve Augustein ise
"avukat" ve "vekil" kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları "yardımcı", "teskin eden ve teselli eden" sözcüklerini kullanmışlardır6[4]. İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, "Periclytos"un
bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, "medh edilmiştir.

Görüldüğü gibi, bu kelime, Arapça Muhammed'in hemen hemen aynısıdır. Hem telaffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve âdet
edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yuhanna'nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle "paracletus" yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı,
Yuhanna İncili'nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.


6[4] Bk: Encyclopaea of biblikal literatüre; parakletus maddesi.


Gelecek Konu : Munhamanna